Bilimde çok önemli gelişmelere sahiplik eden bir yılı daha geride bırakıyoruz. 2017 yılı “zaman sahipliği” yaptığı bilimsel gelişmelerle hafızalarımızdaki yerini şimdiden sağlama alarak veda ediyor bizlere.

2017 yılı elbette ki bu sayfalara sığdıramayacağımız kadar fazla bilimsel gelişmenin insanlıkla tanıştığı bir yıl oldu.

Bizler de Bilimfili ailesi olarak bu haberleri ve daha nicelerini sizlerle ilk paylaşma onuruna sahip olduk. Gelin geride bıraktığımız bu yılın yankı uyandıran 30 bilimsel haberine(şimdilik :) ) hep birlikte bir göz atalım.
Yaşanan tüm gelişmelere bu listede maalesef yer veremedik fakat 2017 yılının bütün bilimsel gelişmelerine “son gelişmeler” kısmından ulaşabilirsiniz.

Keyifli okumalar…

 


Önce kütleçekim dalgaları geldi, ardından da bir gama ışını patlaması. Şili’deki küçük bir teleskop gökyüzünde sinyaller belirledi: İlk defa nötron yıldızı çarpışmasından yayılan kütleçekim dalgalarının gözlendiği ileri sürüldü. 17 Ağustos’da Washington, Hanford’da bulunan Laser Interferometer Gravitational-Wave Observatory (LIGO) dedektöründeki ilk sinyalden saatler sonra, yaklaşık 70 teleskop, uzay ve Dünya’mızda bulunan gözlemevleri Hydra takım adasında aynı noktaya bakacak şekilde ayarlanmıştı. Karadelik çiftinden elde edilen kütleçekimi dalgalarının dışında, nötron yıldızlarının birleşmesinin de gama ışını patlamalarına neden olabileceğinin ilk işareti olan bu durum, aynı zamanda kütleçekim dalgaları kullanılarak evrenin genişlemesinin ilk ölçümü ve ağır elementlerin oluşumunun ilk görüntüsü olma işareti taşıyor. Uzay-zamandaki ilk bozuklukları dinlemeye başlamasından beri, LIGO, karadelik çiftlerinin birleşiminin oluşturduğu ve evren boyunca gönderdiği dalgalanmalara ait beş sinyal duymuştu ancak diğer kozmik karakterlerden hiçbiri gözlemlenememişti.



İnsan ayağının belirgin özellikleri vardır. Bazı memelilerde bulunan pençeler insan parmaklarının ucunda yoktur. İnsan ayak tabanı yere görece düz olarak basar ve ayak baş parmağı ve ikinci parmak, diğer parmaklara kıyasla daha uzundur. Primat akrabalarımıza kıyasla, baş parmağımız ayak ekseni ile aynı doğrultudadır. Yani ayak baş parmağımız, sağa ya da sola doğru çıkıntı yapmaz. Aslında, bazı bilim insanları, insan ayak şeklinin insan soyuna ait olmanın belirleyici özelliklerinden birisi olduğunu savunur. Bu sebeple, Girit adasında keşfedilen ve kayda değer şekilde insan ayak yapısına benzer özellikler taşıyan 5.7 milyon yıllık ayak izlerinin büyük heyecan yarattığını söyleyebiliriz. Bu keşfin detaylarını içeren ve Proceedings of the Geologist Association dergisinde yayımlanan çalışmaya göre, en eski insan ataları Avrupa’nın güneyi ve Doğu Afrika’da dolaşmış olabilir. İzlerin bırakıldığı dönem, Miyosen olarak bilinen bir jeolojik zaman aralığına karşılık geliyor. Sayıları 29 olan bu ayak izlerinin, iki ayak üzerinde dik yürürken yapılan küçük izler olduğu düşünülüyor. Boyları 94 mm’den 223 mm’ye kadar değişkenlik gösteren bu izler, insan ayak izlerine çok benzer bir yapıya sahip.



Şimdiye kadar kaydedilmiş hareketli görsellerin en eskilerinden birisi, etkileyici bir ilk olma özelliği daha kazandı. Hareketli görsel, biyolojik hard diskin sınırlarını test eden iddialı bir deney ile canlı bakteri hücrelerinin DNA‘larına kodlandı. Bilim insanları daha önce DNA’ya filmler de dahil olmak üzere çok fazla miktarda veriyi kayıt edebilmeyi başarmıştı, fakat bu deney, araştırmacıların yaşayan bakteri hücrelerinde (E. coli) böyle bir videoyu kodladığı ve oynattığı ilk zamanı temsil ediyor. Sinematik bir dönüm noktasından çok daha fazlası olan bu deney, zaten ünlü olan koşan at görselini ölümsüzleştirmenin dışında, kullanılan teknik, canlı bir hücrenin gerçek zamanlı bir “moleküler kayıt cihazı” haline gelmesini sağlayarak, tıpkı bir Dijital Video Kayıt Cihazı gibi vücut içerisinde görünmeyen biyolojik gelişimleri gözlemlemeyi mümkün hale getirebilir. Nature‘da yayımlanan çalışmada, araştırmacılar, kullanılan tekniğin, pek çok olayın takibini invazif olmayan bir yöntemle mümkün kılacak, günümüz teknolojisinden çok daha becerikli ve çok daha küçük bir biyolojik hafıza sistemine dönüşeceğini umuyorlar.



Her ne kadar sürekli gündemde olmasa da, bilim insanları kafa nakli üzerine çalışmalar yürütmeye devam ediyorlar. Adından da anlaşılabileceği gibi, bir kafanın başka bir vücuda nakledilmesi olarak kısaca tanımlanabilecek kafa nakli ile ilgili ilk hayvan deneyleri 1908 yılında Amerikalı fizyolog Charles Claude Guthrie tarafından gerçekleştirildi. Guthrie, bir köpeğin başını başka bir köpeğin boynunun yan tarafına yerleştirmesi ile gerçekleşen kafa nakli, daha sonra 1950’lerde Sovyet doktor Vladimir Demikhov ve 1970 yılında onun çalışmasından etkilenen beyin cerrahı Robert J. White önderliğindeki bir ekip tarafından maymunlar üzerinde denendi. Bahsi geçen tarihler arasında da, bugün de konu ile ilişkili veya direkt uygulaması olan sayısız araştırma farklı ülkelerde gerçekleştirilmiş, birbirlerinden farklı sebeplerle belli oranlarda başarılı olmuş veya olamamıştır.


Yapay rahimlerde bebek büyütüldüğü, gebeliğin sağlık riskini ortadan kaldıran bir dünyayı hayal etmek cazip gelebilir ancak, daha fazla veriye, araştırmaya ve pratiğe ihtiyacımız olduğu kesin. Bir embriyoyu, erken gelişim sürecinden alıp, onu anne olmayan yapay bir ortamda geliştirmek tam anlamıyla bir bilimkurgu gibidir. Ancak Nature Communications‘da yayımlanan çalışma, kurguyu gerçeğe dönüştürdü. Yavruların doğal doğumdan aylar önce, uterus benzeri bir çevrede gelişimini tamamlamasını ve “doğum” yapılmasını mümkün kılan dış ortam rahmine; araştırmacılar, “Biobag” (biotorba) ismini veriyorlar. Biobag, aslında tam anlamıyla bir rahim gibi değildir, fakat bir rahimde bulunan bazı kilit önemdeki benzer parçaları bulunduruyor. Cenini saran ve onu dış dünyadan koruyan temiz bir plastik torba, tıpkı uterusta olduğu gibi bir görev üstleniyor. Torbada içerisindeki elektrolit solüsyonu tıpkı uterustaki amniyotik sıvıya benzer bir işlev görüyor. Bunun yanı sıra fetüsün kanını dolaştırması; oksijen ve karbondioksit değişimi yapması için transfer boruları bulunuyor.



Araştırmacılar, insan dokularının ve organlarının üretilmesini engelleyen başlıca biyomühendislik problemlerinden birini çözmek için bitkilerin damar sistemlerine odaklandı. Laboratuvar ortamında yetiştirilen küçük ölçekli insan dokusu örneklerini, gerçek boyutlu dokulara, kemiklere ve hatta eksiksiz organlara dönüştürmenin yollarını arayan bilimcilerin önünde, aşmaları gereken çok temel bir sıkıntı var: Yenilenen dokunun derinlerine dek kanı taşıyabilecek bir damar sistemi kurmak. 3 boyutlu yazdırma dahil, şu anda varolan biyomühendislik teknikleri, sağlıklı doku gelişimi için gereken oksijenin, besinlerin ve temel moleküllerin taşınması için gerekli olan kılcal damar ölçeğindeki kan damarları ağının dallanarak oluşumunu gerçekleştiremiyor. Bu konu üzerinde çalışan Worcester Politeknik Enstitüsü (WPI), Wisconsin-Madison Üniversitesi ve Arkansas Eyalet Üniversitesi Jonesboro Yerleşkesi bilimcilerinden oluşan bir araştırma ekibi, sonunda bitkiler sayesinde başarıya ulaştıklarını açıkladı.



Her fare, içinde doğuştan gelen bir “katil”i gizler. Araştırmacılar, avlanmayı kontrol eden beyin bölgesini belirlediler ve bu bölgeyi açık ve kapalı konuma getirmenin bir yolunu geliştirdiler. Yale University’den araştırmacılar, fare beyninde, öldürme güdüsünün temelini oluşturan iki nöron setini belirlemeyi başardılar. Bu nöron setlerinden birisi, avın takibini koordine ederken, diğeri de ısırmak için kullanılan çene ve boyun kaslarını kontrol ediyor. Her iki nöron seti de, beynin motivasyon, duygu ve korku merkezi olan amigdalada bulunuyor. Optogenetik tekniği kullanılarak, yani nöronların lazer ışığıyla aktif hale getirilmesiyle, ekip, istediği zaman bu devreleri kapatıp açabildi. Lazer ışığı verilmediğinde, fare, kafe içerisinde normal biçimde dolaşmaya devam ederken, lazerin açılmasıyla, farenin; aniden yolundaki her şeye (hamam böcekleri, sahte böcekler, hatta küçük odun parçaları ve kavanoz kapaklarına bile) saldırdığı gözlemlendi. “Avının” üzerine atlamasının ardından, fare pençeleriyle onu yakalıyor ve tekrar tekrar ısırıyor.



Leonie isimli zebra köpek balığı (Stegostoma fasciatum), en son 1999 yılında, Avustralya’nın Townsville kentindeki bir akvaryumda erkek bir partnerle çiftleşti ve beraberliklerinden iki düzineden fazla yavru dünyaya geldi. Ancak 2012 yılında erkek köpek balığı ayrı bir akvaryuma taşındı. Bu ayrılıktan sonra, Leonie’nin, herhangi bir erkekle teması olmadı. Ancak son derece şaşırtıcı bir biçimde, 2016 yılının başlarında dişi köpek balığı, üç yavru dünyaya getirdi. University of Queensland’den araştırmacılar, bu garip ve merak uyandırıcı durumun nedenlerini araştırmaya başladılar. Mevcut ihtimallerden birisi, Leonie‘nin son beraberliğinden sperm depolamış olabileceği ve sonrasında bu spermleri yumurtalarını döllemek için kullanmış olabileceğidir. Ancak, genetik testler, yavruların yalnızca anneden gelen DNA’yı taşıdıklarını gösteriyor, ki bu da; yavruların eşeysiz (aseksüel) üreme sonucu dünyaya geldikleri anlamına geliyor.



36 yıl önce, Galapagos adalarına ulaşan tuhaf bir kuş, bilime, yeni türlerin oluşumuna dair genetik bir hazine hediye etti. Science‘da yayımlanan araştırmada, adaya ulaşan bir kuş türünün, ada sakini bir başka kuş türüyle çiftleşmesi sonucunda yeni bir kuş türünün ortaya çıktığı ve bu türün şu anda yaklaşık 30 üyeye sahip olduğu duyuruldu. Yaklaşık 37 yıllık bir araştırma geçmişine sahip olan çalışmada, Galapagos adalarında yaşayan meşhur Darwin ispinozlarına odaklanıldı. Adanın yeri ve izole durumu, bu yönüyle doğal seçilimin etkisindeki biyoçeşitliliğin evrimi üzerine çalışma yapabilmek için mükemmel bir fırsat sunuyor. Araştırma, ilk kez bir türün ortaya çıkışını ve doğal hayata uyum sağlamasını kayıt altına alabilmesi açısından bir ilk olma özelliğine sahip. Galapagos’da yürütülen çalışma, ayrıca, iki farklı kuş türünün çiftleşmesi sonucu türleşmenin nasıl ortaya çıktığını doğrudan gözlemleyebilme olanağı sunması açısından da önemlilik taşıyor. Galapagos adasının bu yeni sakini ilk defa 1981 yılında fark edildi. Erkek kuşun, daha büyük bir vücut ve gaga yapısının yanı sıra alışılmışın dışında bir sese sahip olmasıyla adadaki mevut diğer üç türden farklı olduğu anlaşıldı.



Bilim insanlarının nefesini kesen bir şey görmek ister misiniz? O halde, hazır olun, çünkü bu gerçek zamanlı video ile CRISPR-Cas9 gen düzenleme tekniğinin, bir DNA parçasını nasıl kopardığını doğrudan görme fırsatı bulacaksınız. Görüntüler, CRISPR tekniğinin DNA’yı nasıl düzenlediğine dair tam da bilim insanlarının tahminine uygun bir davranışı gözler önüne seriyor. Ancak bu puslu video, sürecin nasıl yürüdüğünü doğrudan gözler önüne seren ilk görüntülerden oluşuyor. Video, Haziran ayında Montana’da yapılan CRISPR 2017 konferansında University of Tokyo’dan bir grup bilim insanı tarafından izletildi ve 10 Kasım’da (2017) da Nature Communications‘da araştırma makalesi yayımlandı. CRISPR-Cas9, genom düzenlemesinde son yıllarda dalgalanmalar yaratan bir gen düzenleme tekniğidir. Teknik, bakterilerin bağışıklık sisteminin bir bölümünü oluşturan DNA dizileri ailesinden oluşur.



Vicarious Yapay Zeka ekibinden araştırmacılar, Science’da yayımlanan çalışmalarında CAPTCHA kodlarını, geliştirdikleri yenilikçi yöntemle aşabildiklerini duyurdu. 2000’li yılların başında, internet siteleri, sitelere erişim sağlayarak tahribat oluşturan bot denilen robotların sıklıkla saldırısına uğruyordu. Botların sitelere erişimini engelleyebilmek adına internet siteleri, üyelik oluşturma sırasında, insanları ve robotları birbirinden ayırabilmek için insanların çözebileceği ancak robotlar için imkansız sayılabilecek kodlar olan CAPTCHA kodlarını kullanmaya başladı. Önceleri de, birçok araştırma ekibi bu kodları aşmayı başarabilmişti. Ancak bu yöntemler, binlerce veya milyonlarca örneğin bir araya getirilip, CAPTCHA kodlarını kırabilecek yeterliliğe gelinmesini gerektiriyordu. Dört yıl önce ise, Vicarious Yapay Zeka’dan bir ekip, sadece birkaç örnekten sonra CAPTCHA kodlarını yenebilen bir yapay zeka geliştirmiş, ancak bu çalışmalarını, bot üreticilerinin eline bir silah vermemek adına yayımlamamıştı. Artık CAPTCHA kodları, kullanıcının yalnızca harfleri değil, bir resim içindeki özel bir nesneyi tanımlamasını da istiyor, dolayısıyla, Vicarious ekibi artık bir tehlike kalmadığını düşünerek çalışmalarını yayımladı.




Bir parazitin ve onun konak canlısının kalıntılarının bir arada bulunduğu bir fosil bulmak; bir paleontolog için neredeyse bir rüyadır ve bu fosiller bize, antik kenelerin dinozor kanı emdiğine dair ilk doğrudan delili sağlıyor. Görünüşe göre, kuşlar ve keneler arasındaki ilişki çok çok eskilere dayanıyor ve her iki türün de atalarına kadar ulaşıyor. (Pek çok modern kene kuşlar üzerinden beslenir.) 12 Aralık (2017)’de Nature Communications‘da yayımlanan araştırmada yer verilen örnekler, Myanmar’da bulunan ünlü bir amber çökeltisinden elde edildi ve 99 milyon yıllık olduğu düşünülüyor. Araştırma makalesinde, örneklerde bulunan kene türünün daha önce tanımlanmayan bir tür olduğu ve kendisine “Drakula’nın korkunç kenesi” anlamına gelen Deinocroton draculi isminin verildiği belirtiliyor.



Gauss korelasyon eşitsizliği (GCI) olarak bilinen varsayım, 1950lerde ortaya çıkmış ve en düzenli haliyle 1972 yılında ileri sürülmüştür. O günden beri de matematikçileri adeta kendisine köle yapmıştır. Pennsylvania State University’den istatistikçi Donald Richards, varsayım üzerinde 40 yıldır çalışan insanlar tanıdığını söylüyor. Thomas Royen ise 17 Temmuz sabahı varsayımı nasıl ispatlayacağına dair o ham düşünce aklına gelene kadar, Gauss korelasyon eşitsizliği üzerine çok fazla kafa yormamıştı. Daha öncesinde bir ilaç şirketi çalışanı olan Royen, ilaç deneme verilerine dair istatistiksel formülleri iyileştirmek adına daha fazla zamana sahip olması için 1985’te Almanya Bingen’deki küçük bir teknik üniversiteye geçti. Temmuz 2014’te, 67 yaşında bir emekli olarak halen formülleriyle ilgili çalışmakta olan Royen, GCI’nın; kendisinin uzun zamandan beri uzmanlaşmış olduğu istatistiksel dağılımlarla ilgili bir açıklamaya dönüştürülebileceğini keşfetti. 17 Temmuz sabahı, kanıtın kilidini açan bu genişletilmiş GCI için önemli bir türevin nasıl hesaplanacağını gördü. O günün akşamı, ispatın ilk taslağını yazdı ve bir sonraki yıl ispatını akademik önbaskı sitesi olan arxiv.org‘a yükledi. Richards, Royen’in makalesini görür görmez eşitsizliğin çözüldüğünü anladığını söylüyor.



Bilim insanları DNA yapı taşlarını genişleterek, doğada daha önce hiçbir biçimde gözlemlenmemiş tamamen yeni bir biyolojik bileşik üretebilen yarı-sentetik kararlı bir organizma yarattı. Nature‘da 29 Kasım (2017) tarihinde yayımlanan araştırmada üretilen yeni canlı-formunun 6 nükleotidden oluştuğuna değiniliyor ve işler tam da bu noktada garipleşiyor. Çünkü Dünya üzerinde yaşayan bütün organizmaları oluşturan DNA, dört temel nükleotid diziliminden oluşur. Üretilen bu yarı-sentetik organizma, hemen hemen hepimizin bildiği dört nükleobazdan (adenin, sitozin, timin ve guanin) yapılı durumda fakat organizmada fazladan iki tane de doğal olmayan nükleotid bulunuyor. Bu nükleotidler, DNA taban çiftlerini etkili bir biçimde oluşturmak için iki ek harf –X ve Y– sağlıyor. Böylelikle de DNA’nın sarmal yapısını bir arada tutan bir merdiven desteği ihtiva edilmiş oluyor.



Muhtemelen, evrene nüfuz ettiği düşünülen ve kütleçekimsel etkileşimini görebildiğimiz gizemli bir madde olan karanlık madde üzerine yapılan araştırmaları duymuşsunuzdur. Aslında evren modellerimiz, şimdiye kadar gözlemlediğimizle kıyaslandığında iki kat daha fazla normal maddenin var olmasını gerektiğini de gösteriyor. Yani karanlık madde ve karanlık enerji gizemlerinin yanı sıra, bir de kayıp normal madde gizemi söz konusu. Şimdi ise, bu kayıp maddenin tam olarak modeller üzerinden tahmin edildiği yerde, komşu gökadaların arasında köprü kuran kozmik dokunun hassas noktalarında saklı olduğuna dair ilk somut delile sahibiz. Birbirlerinden bağımsız olarak araştırmalarını sürdüren iki ayrı bilim ekibi tarafından, bu baryonik maddenin (gökadaları birbirlerine bağlayan parçacıkların) varlığına ilişkin kanıta ulaşıldı. Ekiplerden biri Uzay Gökfiziği Enstitüsü üyelerinden, diğeri ise Edinburgh Üniversitesi araştırmacılarından oluşuyor. Her iki takım da, yaptıkları çalışmaları özetleyen birer makaleyi arXiv sitesine yükleyerek, paylaştı. Ekip üyeleri, evrendeki normal maddenin büyük bölümünün nerede gizlendiği hakkındaki gizemin, elde ettikleri bulgular sayesinde çözülmüş olduğunu iddia ediyorlar.



İsviçre’den arkeologlar, ünlü Buz Adam Ötzi’nin ölürken taşıdığı baltaya benzeyen bakır bir kesici alet buldu. Tıpkı Ötzi’nin baltası gibi, bu bakır alet de yüzlerce kilometre uzaklıkta bulunan günümüz İtalya’sının sınırları içerisindeki Tuscany’den gelen bakırdan yapılmıştı. Bu keşif, Avrupa çapındaki Bakır Çağ bağlantılarına ışık tutabilir. Ötzi’nin ünlü olmasını kötü talihi sağladı. Yaklaşık 5300 yıl önce kafasından bir ok ile vurulan Ötzi, Alp dağlarında bulunan bir dağ geçidi yakınlarında ölüme terkedilmişti. Buz Adam Ötzi, 1991 yılına kadar buradaki bir dağ buzulu içerisinde gömülü kaldı ve nihayetinde İtalya-Avusturya sınırındaki yürüyüşçüler tarafından keşfedildi. Bilim insanları, dövmelerinden aletlerine, beslenme şeklinden DNA’sına kadar Avrupa’nın bilinen en eski mumyası olan Ötzi’nin hayatının ve ölümünün neredeyse mümkün olan her detayını inceledi. Ötzi’nin taşıdığı aletler arasında neredeyse saf bakırdan yapılmış bir balta da vardı. Saf bakırdan yapılmış olmasının yanında bu baltanın ahşap sapının ve deri kayışlarının da korunmuş olması, baltayı daha da dikkat çekici bir hale getirdi.



Kütleçekimsel dalga “paparazzisi”, birleşen iki kara deliğin kozmik çevresini inceleme altına aldı. Bilim insanları, iki kara deliğin “birbirine karıştığı” ve girdap şeklinde uzay-zaman dalgaları yayınladığı yeri belirleyerek, bulundukları bölgeyi şimdiye kadar ilk defa hassas bir şekilde bulmayı başardılar. LIGO ve kardeş deneyi gelişmiş Virgo araştırmacıları dalgaları 14 Ağustos 2017 tarihinde tespit etti. Ekip bulguları, 27 Eylül 2017’de İtalya’daki G7 bilim bakanları toplantısındaki basın konferansında ve Physical Review Letters dergisindeki makalelerinde duyurdular. Bu gözlem, üç dedektör kullanılarak yapılan ilk kütleçekimsel dalga gözlemi olma özelliği taşıyor: LIGO’ya ait iki dedektör (Louisiana, Livingston’da ve Washington, Hanford’da bulunan iki dedektör) ve Virgo’ya ait İtalya’da Pisa yakınlarındaki dedektör.



Astronomlar WASP-12b isimli, ışığı nerdeyse hiç yansıtmayan zift gibi karanlık bir ötegezegen keşfettiler. Bu keşif, gezegenin atmosferik bileşimine yeni bir ışık tutuyor ve ayrıca WASP-12b’nin atmosferi ile ilgili önceki hipotezleri de reddediyor. Sonuçlar aynı zamanda benzer hacme sahip diğer gezegenlerin gözlemleriyle de ters düşmektedir. Kanada McGill Üniversitesi ve İngiltere’de bulunan Exeter Üniversitesi’nden bir araştırma ekibi, NASA/ESA’daki Uzay Teleskobu Görüntü Spektrografı’ını (STIS) ve Hubble Uzay Teleskobu’nu kullanarak ötegezegenin atmosferinin bileşimini öğrenmek amacıyla ne kadar ışık yansıttığını ölçtü. Araştırmadan elde edilen sonuçlar oldukça şaşırtıcıydı. WASP-12b’nin aklık derecesi (albedo değeri) en fazla 0.064 olarak ölçüldü. Albedo değerindeki bu düşüklük; gezegenin yeni dökülmüş bir asfalttan daha koyu bir karanlık tonuna sahip olduğu anlamına gelmektedir. WASP-12b ışığı , albedo değeri 0.12 olan uydumuz Ay’dan iki kat daha az yansıtmaktadır. Aynı zamanda bu değer bizlere WASP-12b ve benzeri diğer ötegezegenler hakkında henüz öğreneceğimiz çok şey olduğunu gösteriyor.



Bilimciler, ilk kez olarak, ışık temelli enformasyonu bir bilgisayar yongası üzerine ses dalgası olarak depolamayı başardı. Ekip, bu işlemi şimşeğin gökgürültüsü olarak yakalanmasına benzetiyor. Kulağa biraz garip bir başarı gibi gelebilir; ama şu anda kullandığımız verimsiz elektronik bilgisayarlardan, veriyi ışık hızında işleyen ışık temelli bilgisayarlara geçebilmemiz için bu dönüşüm zorunluydu. Işık temelli yani fotonik bilgisayarların, şu anda kullanılan bilgisayarlardan en az 20 kat daha hızlı çalışma potansiyeli var. Üstelik ısı üretmeyecek ve şimdiki cihazlar gibi enerji yemeyecekler. Bunun nedeni, kuramsal olarak, veriyi elektronlar yerine fotonlar biçiminde işleyecek olmaları. Kuramsal olarak diyoruz, çünkü IBM ve Intel gibi firmalar ışık temelli bilgisayar yapmaya uğraşıyor olsalar da, bu pek kolay bir iş değil.



Bir sayı olarak sıfır kavramının matematikte devrim yarattığını söyleyebiliriz. Çünkü, mutlak yokluğu temsil eden sayı olarak sıfır kavramı cebirin, diferansiyel-integral hesapların ve bilgisayar bilimlerinin önünü açtı. Ancak, sıfır ‘’0’’, anlamı ve önemi açısından oldukça aşina olduğumuz bir sembol olsa da kökeni konusunda bu kadar kesin konuşamıyoruz. Tarihçiler, sıfır kavramının temellerinin Hindistan’dan geldiğini uzun zamandır biliyorlardı, fakat bu kavramın kesin kökeni tam olarak aydınlatılabilmiş değil. Oxford Üniversitesi’nde yapılan radyokarbon tarihleme çalışmaları da, sıfırın kökeni üzerine bilinenlere yeni bir boyut kazandırıyor. Bu çalışma, sıfırın Hindistan’da ilk ortaya çıktığı düşünülen tarihi daha da geriye götürüyor. Bulgular, Sanskritçe matematiksel tanımlamalar ve metinlerle dolu 70 huş ağacı kabuğu yaprağından oluşan Bakhshali el yazması olarak adlandırılan eski bir Hint metninden ortaya çıktı.



Bakterilerle yapılan deneyler, var olan genlerin kaynaşarak, yeni proteinler üretebilen yepyeni genler oluşturabildiklerini ortaya koydu. Bütün organizmaların, hayatta kalmak için değişen çevrelerine sürekli uyumlanmaları gerekir. Bu adaptasyonlar, genetik malzemede oluşan değişiklikler sayesinde gerçekleşir. Max Planck Enstitüsü’nden Paul Rainey ve Yeni Zelanda’dan çalışma arkadaşları, yeni ve daha iyi uyumlanmış hücre tiplerinin ortaya çıkışını laboratuvarda araştırıyor. Yaptıkları çalışmadan elde edilen bulgulara göre, bakteriler, halihazırda var olan iki genin kaynaşması aracılığıyla yeni özellikler geliştirebildikleri bir mekanizmaya sahip. Bazı hücre tiplerinde bu durum, genlerin yeni bir transkripsiyon başlatıcının kontrolüne girmesi ve daha yüksek miktarda proteinin gen tarafından kodlanması ile sonuçlanıyor. Diğer durumlarda da, iki komşu gen kaynaşıyor. İki orijinal genin parçalarından oluşan bu yeni genin kodladığı protein, hücre içerisinde farklı bir lokalizasyona sahip oluyor. Bu etkiye, insanlar da dahil diğer organizmalardan aşinayız. Bu tip bir gen füzyonu, çevresine daha iyi uyum sağlayabilen bakteri hücrelerinin ortaya çıkmasına olanak tanıyor.



2 Ağustos’ta Nature‘da yayımlanan bir çalışma, laboratuvar ortamında dölleme sonuçlarının geliştirilmesinin yanı sıra, tek bir gende meydana gelen mutasyonlar sonucu ortaya çıkan binlerce genetik hastalığın bazıları için de tedavi yollarının açılmasına öncülük edebilir. Kök hücre teknolojileri ve gen düzenlemesindeki ilerlemeler sayesinde nihayet milyonlarca insanı etkileyen hastalıklara neden olan mutasyonlara dair derinlemesine çalışmalar yürütülmeye başlandı. Gen düzenleme tekniği, henüz hala “bebeklik” dönemini yaşıyor olsa da, bu ön çabalar oldukça etkin ve güvenli yolların gelişmesinin önünü açıyor. Gen düzenleme araçları, bir takım hastalıkları potansiyel olarak tedavi etme gücüne sahip olsa da, bilim insanları, kısmen, istenmeyen mutasyonların germ hücreleri (yumurta ve sperm olacak hücreler) hattına girmesini önlemek için dikkatli bir şekilde ilerliyorlar. Hipertrofik kardiyomiyopati (HCM), genç atletlerin en yaygın ani ölüm sebeplerinden birisidir ve neredeyse her 500 insandan birini etkiler. Hastalık, MYBPC3 geninde meydana gelen baskın bir mutasyondan kaynaklanır ve genellikle de artık çok geç oluncaya kadar saptanamaz. MYBPC3 geninin mutasyonlu kopyasına sahip insanlar, bu geni kendi çocuklarına geçirme şansının yüzde 50’sine sahip olduklarından, gendeki mutasyon embriyolarda düzeltilebilir ve böylelikle de hastalık, yalnızca çocuklarda değil aynı zamanda atasal olarak da bir sonraki nesile geçişi önlenmiş olur.



Üçken dört oldu. Antik bir insan formu olan Denisovanların fosil kayıtları yeni bir örnek daha kazandı: Küçük bir kız çocuğuna ait aşınmış, küçük bir diş. Elde edilen yeni fosil, bugünün Sibirya’sına denk gelen bölgede Denisovanların on binlerce yıl boyunca küçük bir nüfusla kaldıklarına dair deliller sunuyor. Denisovanlar, belki de bütün antik insan türleri arasında en fazla gizemli kalan türdür diyebiliriz. Haklarında sınırlı bilgiye sahip olduğumuz bu insan türü, 2010 yılında genetikçilerin Neandertallere ait olduğunu düşündükleri kemiklerin DNA dizilemesi yapılmasıyla keşfedildi. 50.000 yaşındaki bir parmak kemiğinden alınan DNA‘nın, bilinen herhangi bir Neandertal genetik diziliminden çok farklı olduğu görülünce, araştırmacılar bunun ayrı bir insan grubuna ait olduğu sonucuna ulaştı. Son yapılan genetik çalışmalar, bu ayrı antik insanların Neandertallerden yaklaşık 470.000 ila 190.000 yıl önce ayrıldığını gösteriyor. Parmak kemiğinin bulunduğu Sibirya’daki Denisova Mağarası’na atıfta bulunularak bu antik insan grubuna Denisovanlar ismi verildi.



Stockholm Üniversitesi’nden araştırmacılar; suyun, biri yüksek yoğunluğa ve diğeri düşük yoğunluğa sahip olmak üzere iki farklı sıvı formu olduğunu doğruladı. Bu keşfin iç yüzünü anlamak, suyu arıtma ve tuzdan arındırma süreçlerini kolaylaştırabilir. Dünyanın en basit elementi olan hidrojende yeni özelliklerin ortaya çıkmasına benzer olarak, şimdi bilim insanları suyun yapısının ne kadar karmaşık olduğunu keşfediyor. Dünyadaki en temel moleküllerden biri olduğu kabul edilen su (H2O), bir değil iki sıvı faz içeriyor olabilir. Bu keşfi, İsveç’teki Stockholm Üniversitesi’nden araştırmacılar yaptı ve ekip bulgularını Proceedings of the National Academy of Sciences (PNAS)’da yayınladı. Neredeyse hepimize, suyun üç farklı fazda olduğu öğretiliyor: sıvı su, katı buz ve su buharı. Fakat durum bu kadar basit değil, su; tuhaf bir plazma benzeri fazda daha bulunabiliyor.



Fas sınırları içerisinde yer alan seyrek ağaçlı bir savanda, bir ateşin etrafına toplanmış bir gurup erken insanlara ait kalıntılar bulundu, kamp alanının etrafına dağılmış taş aletler de keşfedildi. Ateşte pişirilmiş aletlerin incelemesi eski insanların 300-350 bin yıl önce yaşamış olduğunu gösteriyor, bu önceden düşünülen tarihlerden 1,5-2 kat eski. 7 Kasım’da Nature’da yayınlanan bulgular insanın fosil kayıtlarında çok önemli bir eksiği tamamlıyor çünkü yaşı 195.000 yıl olarak hesaplanmış Etiyopya’daki bilinen en eski Homo sapiens fosillerinden daha eskiler ve buna karşın modern insanla çok güçlü benzerlikler barındırıyorlar. Fas’taki yerleşimin sakinleri tam anlamıyla Homo sapiens değiller, kafatasları daha az yuvarlak hatlara ve bizimkilerden daha uzun, bu muhtemelen beyinlerimiz arasındaki farkları gösteriyor. Ancak dişleri modern insanınınkine çok benziyor ve yüzleri tıpkı bizim gibi.



İlk kez, atomik kuvvet mikroskobu kullanılarak tek bir moleküldeki hidrojen bağlarının kuvveti çalışılabildi. University of Basel’deki Swiss Nanoscience Institute’den araştırmacıların gerçekleştirdiği bu çalışmanın bulguları, Science Advances dergisinde yayımlandı. Evrendeki en yaygın element olan hidrojen, neredeyse bütün organik bileşiklerin ayrılmaz bir parçası. Moleküller ve makro-moleküllerin belirli kısımları, hidrojen atomları sayesinde birbirleriyle etkileşime girebilirler ve bu etkileşim hidrojen bağı olarak bilinir. Hidrojen atomları sayesinde elde edilen bu etkileşim, doğada oldukça önemli bir role sahiptir. Çünkü proteinlerin ya da nükleik asitlerin belirli özelliklerinden bu etkileşim sorumludur. Ayrıca, suyun görece yüksek olan kaynama noktası da hidrojen bağından kaynaklanır. Şimdiye kadar, tekil moleküllerde hidrojenin ve hidrojen bağının spektroskobik ya da elektron mikroskobik analizini gerçekleştirmek mümkün değildi. Ayrıca, atomik kuvvet mikroskobu kullanılarak yapılan incelemelerde net sonuçlar elde edilemiyordu.



Caltech Kuantum Bilgi ve Madde Enstitüsü’ndeki fizikçiler, ilk 3 boyutlu kuantum sıvı kristalini keşfettiler. Bu kristaller, kuantum bilgi işleme alanında uygulama alanı bulması beklenilen, maddenin yeni bir hali ve araştırmacılar bu keşfin, “buzdağının görünen kısmı” olduğuna inanıyor. Standart sıvı kristali molekülleri, sanki sıvıymışçasına serbestçe hareket edebilirler, fakat bir katı gibi doğrultuları yöneltilebilir. Sıvı kristaller, elektronik cihaz ekranlarında bulunanlar gibi yapay olarak üretilebilir veya biyolojik hücre zarlarındakiler gibi doğada bulunabilir. Kuantum sıvı kristalleri ilk defa 1999’da keşfedildi. Kuantum sıvı kristali molekülleri, sıradan sıvı kristalleri gibi davranır, fakat bu moleküllerdeki elektronlar kendilerini belirli eksenler boyunca yönlendirmeyi tercih ediyor. Üç boyutlu kuantum sıvı kristallerindeki elektronlar, kristallerin aktığı eksenin yönüne bağlı olarak, farklı manyetik özellik sergileyebiliyor. Daha açık bir ifadeyle, bu malzemelere elektrik vermek, malzemelerin mıknatıslara dönüşmesine veya manyetik kuvvetlerinin gücünün veya yöneliminin değişmesine neden oluyor.



Amerikalı bilim insanları, laboratuvarda gerçekten kulağa geldiği kadar tuhaf olan, negatif kütleye sahip bir akışkan üretti. Bunun anlamı, bilinen diğer tüm fiziksel nesnelerin aksine, bu akışkana bir itme kuvveti uyguladığınızda, ileri doğru hareket etmek yerine geriye doğru ivmelenmesi. Bu tuhaf olgu, bilim insanlarına kara delikler ve nötron yıldızları içerisinde meydana gelen bazı gariplikler hakkında fikir verebilir. Fakat burada biraz duralım. Bir cisim nasıl negatif kütleye sahip olabilir? Varsayımsal olarak konuşmamız gerekirse, maddeler, bir elektrik yükünün negatif veya pozitif olabilmesiyle aynı şekilde negatif kütleye sahip olabilmelidir. Kağıt üzerinde bu mümkündür, fakat bilim dünyasında, negatif kütlenin fizik yasalarını ihlal etmeden var olup olamayacağına tartışmalar hala devam etmektedir.



Geçirimli Elektron Mikroskobu’nun (TEM) elektron hüzmesini, sabitlenmiş kare (stop-frame) görüntüleme aracı olarak kullanan bilim insanları, moleküller arası kimyasal reaksiyonları kayıt altına almayı başardılar. Araştırmacılar ayrıca, elektron demetinin enerji kaynağı olarak kullanılarak spesifik kimyasal reaksiyonları harekete geçirebileceğini de keşfettiler. Santimetrenin yüz milyonda birinde gerçekleşen kimyasal reaksiyonu gösteren bu çalışma, yeni malzemelerin çalışılması ve geliştirilmesi alanında büyük yeniliklere yol açabilir. Moleküllerin atomik seviyede birbirleri ile nasıl etkileştikleri ve başka bir ürün yerine belirli bir ürünün oluşumunu neyin yönlendirdiği gibi sorulara bu araştırma ile cevap bulunabilir. ACS Nano’da yayımlanan bu çalışma, yeni kimyasal reaksiyonların keşfedilmesine de yardımcı olabilir.



Okuldaki en temel kimya derslerinden biriyle çelişen, piramit şeklindeki bir karbon molekülü ilk kez çalışıldı. Bu molekül, karbonun dört bağ ile sınırlı olduğu söylenen yapısını değil altı bağ yapmış bir karbon atomunu içeriyor. Atomlar, elektronları paylaşarak molekülleri oluştururlar. Karbonun da diğer atomlarla paylaşabileceği dört elektronu vardır. Ancak bazı koşullar altında, karbon bu sınırın ötesine geçebilir. Free University of Berlin’den kimyager Moritz Malischewski, heksametilbenzen olarak adlandırdığı ve altı bağ yapmış karbon atomunu içeren molekülü sentezleyip incelemeyi başardı. Normalde heksametilbenzen adlandırması, altı karbon atomundan oluşan bir halkadaki her bir karbon atomuna bağlı metil bileşiğiyle oluşmuş molekülü temsil eder. Bu molekül, gösterimi itibariyle gemi dümenine benzer.

BONUS: İlk animasyonumuzu yayına aldık. :)

Kaynak ve İleri Okuma
Etiket

Projelerimizde bize destek olmak ister misiniz?

Dilediğiniz miktarda aylık veya tek seferlik bağış yapabilirsiniz.

Destek Ol

Yorum Yap (0)

Bunlar da İlginizi Çekebilir