Post Author Avatar
Gürkan Akçay
Boğaziçi Üniversitesi - Yazar / Editör

Görece daha antik dönemlerde insanların, "insan farklılıklarına" nasıl baktıkları hakkında bir şeyler söylemek zor olsa da, ten rengi gibi şeyler de olmak üzere hiçbir fark görmediklerini söyleyemeyiz. Ancak uzak geçmişte "ırksal" kategorizasyonun bugün kullanılan biçimiyle kullanılmadığı açıktır. Muhtemelen bir aile ya da bir kabile için kullanılan kavramlardan birisiydi "ırk" kavramı. "Siyah", "Kafkas" gibi bugün kullanılan sosyal kategoriler birkaç yüzyıldan öteye gitmeyen sınıflandırmalardır. Örneğin, "Latin" gibi bazı kategoriler bunlardan da yenidir. Fakat özellikle altını çizmemiz gereken şey, "ırkların" biyolojik değil, sosyal kategoriler olduğudur. Bu yüzden de ülkeden ülkeye farklılık gösterir ve zamanla değişebilir. 

İnsan grupları arasına çekilen sınırlar, güç hiyerarşisinin sosyal ve politik kararları neticesinde şekillendirilir. Oysa insan türü, şempanzelerden bile daha homojen bir türdür. İnsan genetik farklılığının gerçek kaynağı, gruplar düzeyinde değil bireyler düzeyindedir. Populasyon düzeyinde görülen farklılıkların önemli olduğunu düşündüren şey, dil ve kültürdür. Ancak bunlar elbette ki biyolojik değildir. 

Irk hakkındaki düşüncelerimiz modern batı bilimine dayanıyor. 17. ve 19. Yüzyıl'da Avrupa'da fikir dünyasının yaşadığı entelektüel ve felsefi bir hareket olan Aydınlanma Çağı sırasında, filozoflar ve doğa bilimcileri insanları doğal dünyayı sınıflandırdıkları gibi sınıflandırmaya başladılar. Çoğu zaman bu, diğer insanların neye benzediği veya nasıl davrandıkları hakkında çok fazla bilgi sahibi olmadan yapıldı, bu yüzden botanikçi Carl Linnaeus "canavar benzeri" ve "vahşi" insanlar gibi kategoriler oluşturdu. 18. ve 19. Yüzyıllar boyunca beyaz erkek üst sınıf Avrupalılar, kendilerini insan hiyerarşisinin zirvesine yerleştirdiler ve kadınları, beyaz olmayanları ve diğer sınıfları kendi altlarına yerleştirdiler. Son 200 yılın en şiddetli ırkçı ideolojilerinden bazılarını, özellikle de beyaz üstünlüğünü desteklediler. 

Bütün bu sınıflandırmalar; sömürgeciliği, köleliği, soykırımı ve apertheid ayrımını meşrulaştırmak için kullanıldı. Bu fikirler, toplumlarımızda o kadar kök salmışlar ki kendimizi bu yollarla kategorize etmeye devam ediyoruz. Yani Holocaust bir ilk değildi ancak Almanya'da Naziler tarafından bilimin "ırklar" konusunda korkunç şekilde kötüye kullanılması genetik bilimi için adeta bir dönüm noktası oldu. 

DNA'mızı biyolojik bilginin saklandığı basit bir hafıza kartı olarak düşünebilirsiniz. Yani içimizde 3 milyar harflik bireysel bir kod ya da 20.000 gen bulunuyor. 

İlginç olanı, DNA'nın dijital bir disk veya kasetten çok daha dayanıklı olmasıdır. Uygun koşullar altında, bir insanın ya da organizmanın kemikleri içerisinde binlerce hatta yüzbinlerce yıl boyunca bozulmadan kalabilir. Eski canlı yapılarından DNA'yı çıkarabilme becerimizdeki ilerlemeler sayesinde yüzbinlerce yıl önce ölmüş canlılar üzerinde genom çalışmaları yapabiliyoruz. 

Örneğin ilk büyük dönüm noktası, 2009 yılında bir Neandertal kemiğinden DNA'nın çıkarılması oldu.1 İlk kez bizden farklı bir insan türünün genomuna sahip olduk ve bu bilgi paleontologlara önemli sorular sordurdu: Neandertallerle nasıl etkileşim içerisine girdik? Daha da özelde, türümüz ve neandertaller arasında bir çiftleşme meydana geldi mi?

Cevap, oldukça açıktı: Evet. Çünkü yapılan analizler sonucunda Neandertal DNA'sının Homo sapiens DNA'sı, Homo sapiens DNA'sının ise Neandertal DNA'sı içerdiği görüldü. Avrupa toplumlarının DNA'sının ortalama %1-2'si Neandertal DNA'sı içerir.2 Gelişmiş istatistikler ve bilgisayar modelleri ile bu DNA'nın Neandertallerden insanlara, insanlardan Neandertallere ne zaman geçtiğini belirleyebiliriz. Bu duruma da "gen aktarımı" ya da basitçe seks diyoruz. 

Bu olaydan neredeyse bir yıl sonra, Rusya'daki bir mağarada Denisova adlı bir bölgede, küçük bir parmak kemiği ucu ve genç bir kıza ait bir azı dişi bulundu. Yapılan analizler bu canlının ne Homo sapiens'e, ne Homo neandertalis'e benzediğini, daha öce hiç bilmediğimiz bir insan türü olduğuna işaret etti3. Bu insanlara ise Denisovanlar dedik. Tıpkı Neandertaller'de olduğu gibi Denisovanlar'la da iç içe geçtiğimizi gördük. Başka insan türlerinin izlerini içimizde taşıyoruz. 

Teknolojik bir türüz. Evrimsel süreçte Homo sapiens ortaya çıkmadan önce bile atalarımız ateşi kullanıyor, taştan aletler yapıyordu. Bu beceri, türümüzde geniş anlamda kültür olarak adlandırdığımız şeyi geliştirdi. Ve bu kültür içerisinde yalnızca resim ve müzik gibi sanat değil, aynı zamanda tarım da vardır.

10-12 bin yıl önce çiftçiliğin ortaya çıkışı insan davranışını ve biyolojimizi neredeyse kökten değiştirdi. Bunun en güzel örneği de laktaz enzimine ilişkindir. Çoğu Avrupalı anne sütü içebiliyor ve sütten kesildikten sonra da inek sütü içmeye devam edebiliyor. 

Laktoz İntoleransı

Son buzul çağı sırasında, süt, yetişkinler için esasında bir toksindi. Çünkü yetişkinler, sütteki ana şeker olan laktozun sindirimi için gerekli olan laktaz enzimini üretemiyorlardı. Fakat, yaklaşık 12.000 yıl önce Orta Doğu’da avcı-toplayıcılığın yerini tarım almaya başlayınca, sığır sahipleri peynir ve yoğurt yapmak için sütü fermente ederek, süt ürünlerindeki laktozu nasıl tolere edebilecekleri düzeye indirebileceklerini öğrendi. Bu olaydan birkaç bin yıl sonra ise Avrupa boyunca yayılan bir genetik mutasyon insanlara hayatları boyunca laktaz enzimi üretebilme ve dolayısıyla da süt içebilme yetisi sağladı. Bu adaptasyon, toplumlara hasadın başarısız olduğu dönemlerde yeni, zengin ve sürekliliği olan bir besin kaynağının kapılarını açtı: Süt.

Bu iki aşamalı süt devrimi, güneydeki çiftçilerin ve sığır sahiplerinin Avrupa’ya yayılmasına olanak tanıdı ve bin yıldır devam eden avcı-toplayıcı kültürün yerini aldı4. University of College London’dan populasyon genetikçisi Mark Tomas; çiftçilerin hızlı bir biçimde Avrupa’nın kuzey kısımlarına doğru yayılmaya başladığını söylüyor. Göç dalgası Avrupa’da izini bırakarak, dünyanın birçok bölgesinde bugün insanların süt tüketebiliyor olmalarına sebebiyet verdi. Yani günümüz Avrupalılarının büyük çoğunluğu, o zamanlarda Avrupa’da yaşamış olan ve bedenlerinde kalıcı laktaz üretimini yapabilir duruma gelen çiftçilerden türemiş olabilir.

Laktoz intoleransı sütte bulunan ve süt şekeri olarak da bilinen temel karbonhidrat; laktozun, sindirilememesine bağlı olarak gelişen bir sindirim sistemi hastalığıdır. Laktoz intoleransı bulunan insanlar, süt ürünlerini tüketmekten özellikle kaçınırlar. Laktoz sindiriminde yaşadıkları sorundan kaynaklı, bu ürünlerin tüketimi midede rahatsızlığa ve kusmaya neden olur. Kimileri laktozu sorunsuz şekilde sindirebilirken, kimi insanlar laktozu sindiremez. 

İlkel İnsan Topluluklarında Süt Devrimi/Bilimfili

Bebeklerin neredeyse tamamı, laktoz sindirimi için gerekli olan laktaz enzimini üretebilir ve anne sütündeki laktozu sindirebilir. Fakat yetişkinliğe adım attıkça, birçoğu laktaz genini kapatırlar. İnsan topluluğunun yalnızca %35’lik bir bölümü, 7 ya da 8 yaşından sonra laktozu sindirebilir. University of York’tan arkeolog Oliver Craig’e göre, eğer ki laktoz intoleransına sahipseniz, yarım litre süt içtiğinizde hasta olursunuz. Bu durum ölümcül değildir ancak oldukça rahatsız edicidir.4

Avrupalıların, yeryüzündeki çoğu insanın yapamadığı zamanlarda sütü işleyebilmesi esasında ilginç bir sorudur, çünkü genetik temellidir. Antik insanların genetiğine baktığımızda, aslında süt çiftçiliğine laktaz kalıcılığı gelişmeden önce, başka bir yoldan başladığımızı biliyoruz. Yani önce laktaz kalıcılığı edinip, ardından süt çiftçiliğine başlamamıştık. Hali hazırda süt üretimi için keçi ve inekleri kullanıyorduk. 

Tarih öncesi Avrupa'ya ait insan iskeletleri üzerinde yapılan antik DNA analizleri, yetişkinlerin laktoz üretimine devam etmelerini sağlayan laktaz genine (LCT) ilk kez milattan önce 2500'lerde rastlandığını gösteriyor. Bununla birlikte sütün tüketildiğine dair Neolitik döneme (Avrupa'da 6000-MÖ 2500 arasına) ait çok fazla delil bulunuyor.

Bronz Çağı'ndan itibaren, laktaz direnci; bunu yavrularına aktarabilen bazı insanlar için bir avantaj sağladı. Taze süte yönelik biyolojik bir adaptasyonun gelişimi, insanların hali hazırda diyetlerinde süt ürünlerine (peynir gibi) yer verecek güvenli yollar geliştirmesiyle nesiller boyunca mümkün hale gelebildi. Bu da bize, evrimsel süreçte insanların besinleri yenilebilir hale getirmek için yalnızca işlemekle kalmadıklarını, aynı zamanda da tükettiğimiz gıdaların biyolojimizde yeni adaptasyonlar meydana getirdiğini gösteriyor. Yani ortada bir "ırk" farkı değil, genetik bir adaptasyon söz konusudur.4

Osteoporoz Riski ve Irk Kavramı

Süt ürünleri, laktozun yanı sıra kemik gelişimi için önemli bir mineral olan kalsiyumun da temel kaynaklarındandır. Yani süt ürünleri tüketmeyen bir insanda kalsiyum eksikliği başka takviyeler ile giderilmeye çalışılır. Aksi halde osteoporoz isimli kemiklerin güçsüz kalması olarak ifade edilen bir kemik hastalığının ortaya çıkması olasıdır. Kişiye kemik yoğunluğu testi uygulanarak, böylesi bir riskin söz konusu olup olmadığı anlaşılabilir. Öte yandan siyahi insanların, osteoporoz riski taşımadığını ileri süren düşünceler de bulunur.

Dolayısıyla, ırk kavramını bilim dünyasında da görmeniz mümkündür. Ancak gelin, bilim dünyasında da kendisine —yersiz biçimde— bir yer bulan ırk kavramına biraz daha derinlenmesine bir bakış atalım. Bu kavramın, bilimsel kavranışıyla sosyal anlamdaki karşılığının örtüşüp örtüşmediğine, sosyal düzeyde ırkçılığın bir gerçeği ifade edip etmediğine dair mevcut bilimsel çalışmalar ışığında akıl yürütelim. 

Öncelikle, "ırk" kavramı, toplumların insanları daha derin biyolojik veya kültürel bağlantıların göstergesi olduğu düşünülen "görünüşe dayalı" gruplara götürmesi için oldukça esnek bir yoldur. Kültürel olarak ırkların tanımları ve tarifi farklılık gösterir. Cilt renginin tonuna bağlı tarifler mantıklı gelebilir, ancak herhangi bir bilimsel tanımlama ile uyuşan bir kategorizasyon değildir. Yazımız boyunca bu çarpıklığı başka diğer örneklerle de açıklayacağız. 

Yukarıda bahsettiğimiz siyahi insanların osteoporoz geliştirmediğine dair ileri sürülen düşüncenin dayandığı araştırmalardan bir tanesi, Afro-American (atasal kökleri Afirka'ta uzanan) kadınların diğer kadınlara kıyasla, osteoporoza karşı koruyucu olabilecek bir biçimde fazla kemik yoğunluğuna ulaşabildiğini gösterir. Fakat bu, "siyahi olmanın", yani sosyal anlamda "siyah" olarak tanımlanan görünüşe sahip olmanın, osteoporoz ya da kemik kırılmasına karşı önleyici olduğu anlamına gelmez. Öte yandan bu araştırma aynı zamanda da Afro-amerikan kadınların bir kalça kırığı sonrası ölmelerinin daha olası olduğunu da gösteriyor. Oysa, osteoporoz riski ile mevcut ırklar arasındaki bağlantı, büyük oranda kemik yoğunluğunu etkileyen aktiflik seviyesi, beslenme gibi yaşamsal farklılıklardan kaynaklanıyor olabilir.5

Ancak burada daha da önemli olanı, coğrafik atasal geçmiş ile ırkın aynı şeyler olmadığıdır. Örneğin, Afrika kökenli soylar kesinlikle siyahi olacak diye bir gerçeklik yoktur, ya da tam tersi de geçerlidir. Dahası, 2016 yılında yayımlanan bir araştırma, Afrika'nın farklı bölgelerinde yaşayan kadınlar arasında osteoporoz riskinde büyük farklılıklar bulunduğunu ortaya koymuştur. Yani genetik risklerinin, sosyal olarak tanımlanmış ırklarıyla alakası bulunmuyor. 

Eğer ki araştırmacılar, "ırk" ile genetik bir bağlantı ararsa, tuzağa düşmeleri kaçınılmazdır. Çünkü, genetik için gerçekten önemli olan coğrafi soyların, "ırk" ile sınırlandırılabileceğini varsayarlar. Elbette ki, farklı bölgelerde yaşayan farklı insan populasyonları istatistiksel olarak farklı genetik özelliklere (orak hücre gibi —birazdan detaylandıracağız) sahip olabilirler, fakat böylesi bir çeşitlilik belirli bir bölgede yaşayan insanlara özeldir, "ırk"la ilgili değildir.

Bilim dünyasında da olmak üzere birçok insan, "ırkların" biyolojik anlamda gerçek olduğunu düşünür. Dolayısıyla sağlık, zenginlik ve diğer her türlü sonuçtaki “ırksal” farklılıkların, genetik farklılıkların kaçınılmaz bir sonucu olduğu çıkarımına varmak kolaydır. Gerçek, on yıllardır bilimin ışığına maruz kalmasına rağmen, bu düşünce yalnızca ayakta kalmakla yetinmedi, aynı zamanda ırkçı ideolojileri desteklemek için bilimi eğip bükerek zarar vermeye de devam etti (ediyor).

Irkları, etnosentrizm de (belirli bir kültürün üstün olduğu fikri) dahil olmak üzere diğer önyargılardan farklı kılan; bu farklılıkların doğal, değişmeyen ve Tanrı'nın verdiği şeyler olduğu iddiasıdır. Kapitalizmin erken aşamalarında, köleleştirilmiş Afrika ve Avrupa emekçilerinin çeşitli isyanlarda birleşmesinin ardından, emekçileri birbirinden ayırmanın da bir aracıydı "ırk". Nihayetinde ırk bir de bilim mührü edindi kendine. 

Yıllar sonra, Avrupa-Amerikan doğa bilimcileri, ırkın ayrıntılarını tartıştılar, ırkların ne sıklıkta yaratıldığı (İncil'de yazıldığı gibi bir kez ya da birçok kez), ırkların sayısı ve tanımlayıcı temel özellikleri gibi sorular sordular. Fakat ırkların doğal olup olmadığını sorgulamayıp, basite indirgeyerek, sürekli kullanımla bir gerçeğe dönüştürdüler. 

1700'lerde, modern taksonominin "babası" diyebileceğimiz Carl Linnaeus, türümüzü de kaşiflerin ve gezginlerin raporlarına dayanarak ırklara ayırdı. Linaeus'un oluşturduğu kategoriler, Americanus, Africanus ve hatta vahşi bireyler ve doğum kusurları olanlar için --canavarımsı anlamına gelen-- Monstrosus'u içeriyordu ve temel tanımlayıcı özellikleri arasında renk, kişilik ve yaşam biçimlerinin biyokültürel bir karışımı vardı. Linaeus, Europeaus (Avrupalılar için kullanıyordu) ırkını beyaz, neşeli ve yasalarla yönetilen olarak tanımlarken; Asiaticus (Asyalılar için kullanıyordu) ırkını sarı, melankolik ve görüşlerle yönetildiği şeklinde tanımladı. Bu açıklamalar, ırk fikrinin zamanın sosyal fikirleri tarafından ne kadar formüle edildiğini gösteriyor.

İlk Hıristiyan kavramları doğrultusunda, bu “ırksal türler” bir hiyerarşide düzenlenmiştir: Düşük formlardan Tanrı'ya daha yakın olan daha yüksek formlara kadar "büyük bir varoluş zinciri"6. Avrupalılar en yüksek basamakları işgal ettiler ve diğer ırklar, maymunların hemen üstüne yerleştirildi. Ancak burada temel bir sorun vardı, ırklar statik ve değişmeyen olarak görüldü. Bu da değişim sürecine ya da bizim bugün evrim olarak isimlendirdiğimiz şeye olanak tanımıyordu. Irkların tipolojik ve statik kavramı, Charles Darwin'in zamanından beri evrimsel bir kavram haline getirilmesi için çok çaba sarfedildi. Örneğin, Amerikan Fiziksel Antropologlar Birliği'nin eski başkanı Carleton Coon, Irkların Kökeni'nde —The Origin of Races (1962)— beş ırkın ayrı ayrı evrildiğini ve farklı zamanlarda modern insanlar haline geldiğini savundu.

Coon'un teorisindeki ve ırkları evrimsel bir birime dönüştürme çabalarının hepsi için de öenmli bir sorun bulunuyordu: Kanıt yoktu. Hatta aksine, tüm arkeolojik ve genetik veriler kıtalar boyunca bol miktarda birey, fikir ve gen akışına ve bununla birlikte yürüyen modern insanların evrimine işaret eder. Ancak birçok araştırmacı, hâlâ insan genetik varyasyonunu tanımlamak için ırkların bulunduğu iddiasında bulunmaya devam ediyor. Oysa neredeyse yaklaşık 50 yıldır ırkların insan genetik çeşitliliğini tanımlamadığını biliyoruz. 

1972 yılında, Harvard Üniversitesi'nden evrimsel biyolog Richard Lewontin, insan genetik varyasyonunun ne kadarının “ırksal” gruplara atfedilebileceğini test etmeyi amaçladı. Bu amaçla, dünyanın dört bir yanından genetik veriler topladı ve ırklar arasında istatistiksel olarak ne kadar varyasyon dağılımı olduğunu hesapladı. Bu hesaplama ile, Lewontin, insanlarda genetik varyasyonun sadece %6'sının istatistiksel olarak ırksal kategorizasyonlara dayandırılabileceğini buldu. Lewontin'in bu çalışmasına göre, aramızdaki genetik çeşitliliğin çok azı ırklar ile açıklanabilir. 

Irklar, İnsan Genetik Varyasyonu Hakkında Hiçbir Bilgi Vermiyor

Ayrıca, güncel çalışmalar, iki birey arasındaki varyasyonun çok küçük olduğunu, yaklaşık bir tek nükleotid polimorfizmi (İng. single nucleotide polymorphism) ya da DNA'mızdaki tek bir harf değişimi (1000'de 1) olduğunu ortaya koydu. Bu da, ırksal kategorizasyonun 1000 tek nükleotid polimorfizminde 1 bulunan varyasyonun en fazla %6'sı ile ilişkili olabileceği anlamına gelir.

Dahası, tek bir "ırk" içerisinde sayılan toplumlar içerisindeki gruplar arası görülen genetik varyasyon bile "ırklar" arası görünenden çok daha fazladır. Bunu şöyle ifade edelim; Asya, Avrupa ve Afrika kıtalarının her birinden rastgele alınmış 2 kişi ile toplamda 6 kişi olan bir grubumuz olsun. Bütün bu bireyler bile neredeyse tamamen aynıdır. Bu kişilerin her 1000 DNA harfinden yalnızca 1 tanesi farklı olacaktır. 2002 yılında Genetics'de yayımlanan araştırmada bütün fark kesin olarak ortaya koyuldu ve bunun 1000'de 0.88 olduğu gösterildi. DNA'mızın içerdiği 3 milyar harfi göz önüne aldığımızda bu oran devedeki bir kıl kadar fark oluşturur.

Araştırmacılar ayrıca, Afrika'daki insanların birbirleri ile Asya veya Avrupa'daki insanlardan daha az ortak noktaları olduğu bulgusuna ulaştı. Yani Afrika'daki iki birey arasındaki genetik farklılık; bu bireylerin Asya ve Avrupa'daki bireylerle arasında bulunan genetik farklılıktan bile fazlaydı

Bir diğer ifadeyle, Homo sapiens Afrika'da evrimleşti ve buradan göç eden gruplar Afrika'da oluşan genetik varyasyonun tamamını taşımadı. Evrimsel biyolojide bu duruma "kurucu etkisi" denir. Yani, yeni bir bölgeye göç eden populasyonlar ile çıktıkları bölgedeki populasyonlar arasında küçük varyasyonlar bulunur. 

Avrupa ve Asya ile Amerika ve Avustralya arasındaki genetik çeşitlilik, aslında Afrika'daki genetik çeşitliliğin bir alt kümesidir. Yani eğer genetik varyasyon iç içe geçmiş bir "Matruşka" bebeği olsaydı, içerideki tüm bebekler en dıştaki büyük "Afrika bebeğinin" neredeyse aynısı olurdu.

Tüm bu verilerin gösterdiği şey, Linnaeus'tan Coon'a kadar birçok bilim insanının “ırk” olarak düşündüğü varyasyonun, aslında bir populasyonun yeri ile çok daha iyi açıklanmasıdır. Genetik varyasyon, büyük oranda coğrafi uzaklığa bağlıdır. Nihayetinde, "ırk" olduğu düşünülen genetik varyasyon, insan gruplarının coğrafi olarak birbirinden ne kadar uzak ve ne kadar uzun süre boyunca ayrı kaldığına bağlı olarak değişkenlik gösterir. “Irk” ile karşılaştırıldığında, bu faktörler sadece insan varyasyonunu daha iyi tanımlamakla kalmaz, aynı zamanda varyasyonu açıklamak için evrimsel süreçlerin varlığına işaret eder. Yani, sosyal olarak tanımlanmış "ırklar" esasında, insan çeşitliliği hakkında neredeyse hiç bilgi vermiyor.

Deri Rengi

Tüm türlerde olduğu gibi insanlarda da görülen genetik değişimler, DNA'da meydana gelen rastgele mutasyonlar sonucudur. Mutasyonlar, az ya da çok, sabit bir oranda gerçekleşir. Yani bir canlı türü ne kadar uzun süre hayatta kalırsa, nesilden nesile aktarılan mutasyon birikimi de o kadar fazla olur. Bununla birlikte iki grup, coğrafi olarak ne kadar uzun süre ayrı kalırsa o kadar farklı "ayarlar" edinecektir. 

Günümüz Afrikalılarının gen analizleri aracılığıyla, insan evrim ağacının en eski dallarından birisinin Güney Afrika'daki Khoisan'lara ait olduğunu biliyoruz. Öye yandan, Orta Afrika'nın Pigme'leri de ayrı bir grup olarak çok uzun bir tarihe sahiptir. Bu da şu anlama geliyor, insan ailesindeki en derin bölünmelerin genellikle farklı ırklar olarak düşünülen şeyler  —beyazlar, siyahlar, Asyalılar veya Avrupalılar ya da Amerikalılar—arasında olmadığıdır. Afrika'dan ayrılmadan önce bile onbinlerce yıl boyunca birbirinden ayrılmış olan Khoisan ve Pigme'ler gibi Afrika populasyonları arasındadır. 

Genetik biliminin bize söylediği şey, Afrika'lı olmayan insanların hepsi 60.000 yıl önce Afrika'yı terkeden birkaç bin insandan geliyor. Bu göçmenler, Tanzanya'nın Hadza'sı da dahil olmak üzere bugün Doğu Afrika'da yaşayan gruplarla en yakından ilgiliydi. Afrika populasyonunun yalnızca küçük bir alt kümesi olduğu için; göçmenlerin kendileriyle birlikte götürdükleri şey küçük bir genetik çeşitlilikti. 

Yazımızın giriş kısmında bahsettiğimiz gen aktarımı, göç yolları boyunca Neandertallerle ve Denisovanlarla girilen cinsel etkileşim yoluyla gerçekleşti. Bu iki türün, (Neandertal ve Denisovan) Avrasya'ya Afrika'dan daha önce göç etmiş bir homininden evrimleştiği düşünülüyor. Bazı bilim insanları 60.000 yıl önceki göçün, Afrika'dan ayrılan ikinci dalga olduğunu düşünüyor. Eğer öyleyse, bugün genomlarımızdan yola çıkarak Afrika'dan çıkan ikinci dalganın ilk dalgayı yok ettiğini söyleyebiliriz.8

Görece uzun zaman boyunca, tüm bu göç dalgalarının çocukları tüm Dünya'ya yayıldı. 50.000 yıl önce Avustralya'ya, 45.000 yıl önce Sibirya'ya ve 15.000 yıl önce Güney Amerika'ya ulaştılar. Dünyanın farklı yerlerine taşınırken, birbirlerinden coğrafi olarak izole edilmiş yeni gruplar oluşturdular ve bu süreçte kendi ayırt edici genetik mutasyonlarını elde ettiler.

Bu ince ayarların çoğu ne yararlı ne de zararlıydı. Ancak bazen yeni ortamda avantaj sağlayan bir mutasyon ortaya çıktı. Doğal seçilim aracılığıyla bu avantaj, yerel populasyon içinde hızla yayıldı. Örneğin, yüksek rakımlarda oksijen seviyesi düşüktür. Bu nedenle Etiyopya, Tibet veya Andean Antiplano'ya taşınan gruplarda düşük miktardaki oksijenle başa çıkabilecek altın değerinde bir mutasyon ortaya çıktı. Benzer şekilde, yağ asitleri yüksek deniz temelli bir diyet uygulayan Eskimo insanlarında, buna adapte olmalarına yardımcı olan genetik değişiklikler vardır. 

Bazen doğal seçilimin bir mutasyonu desteklediği açıktır, ancak neden desteklediği açık değildir. EEDAR adı verilen bir gen varyantı için durum böyledir. Doğu Asya ve Amerikan yerlilerinin soyunun çoğunda 370A olarak bilinen varyantın en az bir kopyası vardır ve birçoğunda iki tane vardır. Ancak Afrika ve Avrupa kökenli insanlar arasında nadirdir.

Farelerde yapılan çalışmalar, EEDAR geninin küçük ancak önemli farklılıklar oluşturduğunu ortaya koyuyor. EEDAR genine sahip farelerde, kıllar daha kalın, ter bezleri daha fazla ve meme bezlerinin etrafındaki yağ yastıkları daha küçüktür. Bu çalışmalar, Doğu Asyalıların ve Amerikan yerlilerinin neden daha kalın kıllara ve daha fazla ter bezine sahip olduklarını açıklayabilir. EEDAR'ın insan memelerine etkisi henüz bilinmemektedir. Araştırmacılar, bu fazla ter bezlerinin, çağdaş Doğu Asyalıların atalarının bir noktada daha fazla ter bezini faydalı kılan iklim koşullarıyla karşılaştığını tahmin ediyor. Ya da belki daha kalın saçlar parazitlerden kurtulmalarına yardımcı olmuş olabilir. Benzer şekilde 370A'nın henüz keşfedilmemiş faydalar olabilir. Genetik sıklıkla bu şekilde çalışır; çok küçük bir değişim birçok farklı etkiye sahip olabilir. Bunlardan sadece bir tanesi yararlı olabilir.

Birçok gen, melanin pigmentinin insan derisinin rengine olan etkisini değiştirir. Bu genler, insanlık öncesi balık ve fareler gibi bazı canlılarda da görülür. Bu genlerin dördünde görülen varyasyonlar, —açık renkten koyu renge ya da tam tersi biçimde— Afrika'daki deri rengi farklılıklarını açıklıyor (bkz. Yukarıdaki koyu ve açık ten renginin evrimsel süreçteki akışı diyagramı). Atalarımız Dünya'ya yayıldıkça, farklı mutasyonların farklı enlemlerde faydalı olduğu görülmüştür. Yalnızca Afrika'da, Dünya'nın diğer tüm kıtalarındaki çeşitlilikten daha fazla çeşitlik bulunuyor. Ten rengine kadar görülen bu genetik çeşitlilik için çok uzun bir zaman ve coğrafi yalıtım gerekti. Bunu inceleyen araştırmacılar, bazen Afrika'nın dil (2000'den fazla) çeşitliliğini kullanırlar. Fotoğrafçı Robin Hammond, beş temsili dil topluluğunu ziyaret ederek çeşitli fotoğraflar çekti. Aşağıdaki fotoğraf, yalnızca Afrika'daki bir kısım renk spektrumunu gösteriyor. Bu da homojen bir Afrika ırkının bulunmadığını, yaklaşık 60.000 yıl önce Afrika'dan göç eden insan populasyonlarının da Afrika çeşitliliğinin yalnızca bir kısmını yansıttığını gösteriyor.9

Fotoğraf: Robin Hammond /National Geographic
DNA'yı üzerinde harfler bulunan ve her harfin bir organik bazı (A- Adenin, C- Sitozin, G- Guanin, T- Timin) temsil ettiği bir metin olarak düşünebilirsiniz. Yukarıda da söylediğimiz gibi, insan genomu 3 milyar baz çiftini ve kabaca 20.000 gen içerir. Doğu Asyalılar'a daha kalın kılları veren, tek bir gendeki bir T'nin C ile değişmesi gibi tek bir baz değişimi sonucu oluşur.

Benzer şekilde, Avrupalılara daha açık bir cilt rengi vermekten sorumlu olan mutasyon, yaklaşık 20.000 baz çiftinden oluşan SLC24A5 olarak bilinen bir gendeki tek bir değişikliktir. Genin bir bölümünde Sahra-altı Afrika'daki populasyonlarda G bulunurken, Avrupalılar'da A bulunur.

Bugün Dünya'da ten rengi oldukça değişkendir. Bu değişkenliğin çoğunluğu da coğrafyayla ve enlem ile ilişkilidir. Ekvator'a yakın bölgelerin Güneş ışınlarını dik açıyla alması ve daha çok ısınması, koyu ten renginin Güneş'in ultraviyole ışınlarına karşı bir kalkan görevi görmesine neden olurken, Kutuplar'a doğru görülen açık ten rengi ise D vitamini üretimini teşvik eder. Ten renginin tonunu belirlemek için birçok gen birlikte çalışır ve farklı gruplar farklı değişim kombinasyonlarına sahip olabilir. Koyu renk tonuna sahip birçok Doğu Afrikalı'da SLC24A5'in açık tenli varyantı da bulunur. Bazı Doğu Asyalılar, genellikle açık tenli olmalarına rağmen genin koyu renk sağlayan versiyonuna da sahipler. 

İnsanlar ırk hakkında konuştuklarında genellikle ten rengine ve ten renginden daha fazlasına atıfta bulunurlar. Oysa bilim bize, gözle görülür farklılıkların tarihin "kazaları" olduğunu, atalarımızın Güneş'e maruz kalmayla nasıl başa çıktıklarını ve bundan daha fazlasını da ifade etmediğini söylüyor.

Orak Hücreli Anemi

Yazının girişinde bahsettiğimiz ve ırklarla açıklanmaya çalışılan orak hücreli anemi hastalığı konusuna gelelim. Orak hücre, genetik bir özelliktir. Vücudumuzdaki hücrelere oksijen taşımakla görevli alyuvarlarımız normalde "küçük dairesel" yapılardır. Orak hücre hastalığında ise, alyuvarlarda oksijen taşıma görevini üstlenen hemoglobin isimli bir proteinin aminoasit diziliminde meydana gelen bir değişim (tek nükleotid polimorfizmi) sonucu ortaya çıkar. Bu değişim sonucunda dairesel bir yapıda olan alyuvar hücreleri orak görünümüne sahip olur ve oksijen taşıma konusunda sıkıntı yaşanır. Kişi, bu çekinik özellikleki hücre varyantının her iki kopyasına birden sahip olursa, orak hücreli anemi hastası olur. 

ABD'de Afro-Amerikan olarak tanımlanan insanlar arasında oldukça yaygın görülen orak hücreli anemi hastalığı, insanlarda bu hastalığın "siyahilere" özel bir hastalık olduğu algısının gelişmesine neden olmuştur. Fakat, bilim insanları, orak hücre mutasyonunun 1950'lerden beri çok daha karmaşık bir coğrafi dağılımının bulunduğunu biliyorlar. Hastalık, Avrupa ve Asya'nın çoğu bölgesinde ve ayrıca Kuzey ve Güney Afrika'nın büyük kıyılarında neredeyse hiç yoktur. Fakat, Orta ve Batı Afrika'da, Akdeniz bölgesinde (-ki Akdeniz anemisi olarak da bilinir), Arap Yarımadası ve Hindistan'ın bazı bölgelerinde oldukça yaygındır. Yani hastalığın küresel anlamda, kıtalar veya sosyal olarak tanımlı ırklarla bir ilgisi bulunmamaktadır.10

American Anthropologist'de yayımlanan araştırmada, orak hücre evrimine ışık tutuluyor. Frank Livingstone'un yürüttüğü çalışmada, tarım ve endemik sıtmanın uzun bir tarihe sahip olduğu yerler, orak hücre özelliği (alelin tek bir kopyası) bakımından yüksek bir yaygınlığa sahip olduğu ortaya koyuldu. Livingstone, bu bilgiyi kullanarak; orak hücre özelliğinin insanların sıtmaya direnmesine nasıl yardımcı olduğunu ve orak hücre özelliğinin bu bölgelerdeki seçilimini çok güçlü ve etkili deneysel ve klinik çalışmalarla ortaya koydu. Yani, orak hücreli anemiyi açıklayan şey ırklar değil, evrim ve coğrafyaydı.11

Evrim, zamanla gerçekleşen bir değişimdir. Geleneksel yollarla çocuk sahibi olmaya devam edersek, genomları bizimkinden farklı yavrular üreteceğiz, yani türümüz evrimleşmeye devam edecek. 

Farklı evrimsel baskılara adaptasyon genellikle birçok nesil boyunca çok yavaş gerçekleşir. Ancak insan çeşitliliğinin durağan olmadığını rahatlıkla söyleyebiliriz. Dolayısıyla insanları biyolojik olarak ırklara ayırmak da mümkün değildir. Bunun temeli de deri rengi, kemik ölçümü veya genetik yani biyoloji değildir. Bilimin temel kavrayışıdır: Grupları tutarlı biçimde tanımlayamazsanız, bunlar hakkında bilimsel genellemeler de yapamazsınız. 

Nereye bakarsanız bakın, ırklara genetik bir arka plan taşınmaya çalışılıyorsa; orada bilimin eğilip bükülmesini, verilerin çarpıtılmasını görürsünüz. Dahası, toplum "ırklar" için genetik açıklamalar aramaya devam ederse; sağlık, servet ve fırsattaki “ırksal” eşitsizliklerin altında yatan daha büyük toplumsal nedenleri gözden kaçırır.

İnsan biyogenetik çeşitliliği gerçek bir olgudur. Bu çeşitlilik, evrimin kompleks bir ürünüdür ve ırklara indirgenemez. Benzer şekilde, ırk da gerçektir ancak bilimsel değildir, sosyal olarak oluşturulmuş bir fenomendir. Araştırmacılar, belirli bölgelerdeki insanların genetik soylarını veya biyolojik riskleri tartışmak istediklerinde, bunu bu insan gruplarını ırksal kategorilere ayırmadan yapabilmeliler.
Kaynak ve İleri Okuma
Etiket

Projelerimizde bize destek olmak ister misiniz?

Dilediğiniz miktarda aylık veya tek seferlik bağış yapabilirsiniz.

Destek Ol

Yorum Yap (0)

Bunlar da İlginizi Çekebilir