Post Author Avatar
Meriç Birben
Hacettepe Üniversitesi - Çevirmen

Günümüzde, hayvanlar ve bitkiler görsel olarak Dünya’ya hakim durumdalar. Bitkiler olmadan Dünya’da bizim ve diğer bütün canlıların yaşamına olanak sağlayan nefes alınabilir bir havaküreye (atmosfere) sahip olamazdı. Fakat bitkilerin bunu yaparken bazı mantar türlerinden yardım aldığı ortaya çıktı. Philosophical Transactions of the Royal Society B.'de yayımlanan yeni bir araştırmaya göre, mantarlar, bitki ile toprak arasındaki çok önemli bir boşluğa köprü görevi gördüler.

Dünya 4.6 milyar yıl önce oluştuğunda neredeyse hiç atmosferi yoktu. Yerküre soğudukça, bir havaküre oluşmaya başladı, ancak bu ilk atmosfer insanlar için oldukça zehirli olan hidrojen sülfür (H2S), metan (CH4) ve  karbondioksit (CO2) gazlarından oluşuyordu.

Gezegenimiz daha sonra sıvı su bulunduracak kadar soğudu. Sıvı su ile birlikte de, oksijence zengin bir Dünya atmosferi sürecini başlatan siyanobakteriler oluştu. Yine de bu havaküre, yaklaşık 400-500 milyon yıl önce karasal bitkilerin evrimine kadar hayvansal bir türün yaşamını destekleyebilecek yeterlilikte değildi. Philosophical Transactions of the Royal Society B.'de yayımlanan araştırmanın yürütücülerine göre, bu ilkel bitkiler atmosfere yüksek miktarda oksijen salacak kadar gelişmiş değillerdi ve bu bitkilerde bugünkü bitkiler gibi kök ve damar sistemleri evrimleşmemişti. Ekibe göre, bunun yerine, günümüzdeki bitki-mantar ilişkisinden çok da farklı olmayan simbiyotik bir ilişki geliştirmişlerdi. Bu ilişkide, topraktaki mantarlar, kayalardaki fosforu bitkilere aktarmış ve bu da bitki fotosentezinin gerçekleşmesini sağlamıştır.

Karasal bitkiler tarafından yapılan fotosentez, Dünya’daki oksijen üretiminin yaklaşık olarak yarısından sorumludur. Bu işlem için fosfora ihtiyaç vardır, fakat bitkilerin işleyişi için gereken bu maddenin bitkiler tarafından nasıl tedarik edildiğini günümüzde tam anlamıyla açıklayabilmiş değiliz.

Kara yaşamına dair en eski fosilin, mantarlara ait olduğunu biliyoruz. Şu ana kadar karasal yaşamda bulunmuş en eski fosil 440 milyon yıllık Tortotubus adlı bir mantar türüne ait. Yani mantarlar, çok uzun zamandır var olan canlılardır ve belki de bitkilerden çok daha önce ortaya çıkmış olabilirler. Mantarlar, kayalardan mineral madde çıkarabilirken, bitkilerin organik maddelere daha fazla bağımlı olmaları bunun bir göstergesi olabilir.

Karasal yaşamın ilk günlerinde etrafta çok fazla yaşam yoktu. Fakat, bitkiler, havaküreden karbondioksit alarak fotosentez yaptıkça karbon ürettiler ve ürettikleri karbonu da mantarlara aktardılar. Böylece mutualistik (karşılıklı fayda sağlayan) bir ilişki kurulmuştu.

Araştırmacılara göre, fosforu kayalardan “kazan” ve fotosentezi güçlendirmek için bitkilere aktaran mantarlar, Dünya üzerinde nefes alınabilir bir havakürenin oluşmasında kritik bir rol oynadı. Ekip, günümüzde de hayatta olan antik mantarları ve bitkileri  ilkel atmosfer koşullarında laboratuvar deneyleri tasarlayarak, bunların bilgisayar modellemesini yaptı. Yapılan deneylerde, mantar aktivitesi gözlemlenerek, farklı mantarların farklı oranlarda fosfor-karbon değişimi yaptığı ve bunun da bitkilerin oksijen üretme hızını etkilediği tespit edildi. Bu da atmosferin ne kadar kısa sürede nefes alınabilir düzeye geldiğini etkileyen en önemli unsurlardan birisiydi.

Araştırmada, fosfor ve karbon döngülerine dahil olan ve farklı türleri içeren erken bitki-mantar ortaklaşmalarının paleozoik dönem boyunca iklime ne gibi etkileri olduğunu simüle eden bir bilgisayar modellemesi kullanıldı. Karbon-besin alışverişi arasındaki farklar, fotosentez için bitki tarafından karbondioksit alımı aracılığıyla havaküredeki oksijen yükselişinin zamanlamasını ve esasen Dünya iklimini büyük ölçüde değiştiren etkinin, potansiyel olarak dramatik olduğu sonucuna ulaşıldı.
Kaynak ve İleri Okuma
Etiket

Projelerimizde bize destek olmak ister misiniz?

Dilediğiniz miktarda aylık veya tek seferlik bağış yapabilirsiniz.

Destek Ol

Yorum Yap (1)
  • User Avatar
    Uzm., İsmail İlkkan Şentürk , MS., 2020*Istanbul 3 yıldan fazla önce
    - ~~ Sevgili Meriç Bey Kardeşimizin, harika dile getirdiği, bu bilimsel yazısı için, öncelikle tarafına, teşekkür ediyorum. Onare olduğumu belirtmek, arz ederim. Saygılarım ile, ‘doğanın’ önemi ve Ekosid denilen faktörün gerçekliği adına, burada sizlerle, Sn.Hocam, Prof. Dr. Ali Akay’ın, “Beş duyumuzdan üçünü kaybettik…” ilgili Yazısını da, nacizane, paylaşmak istedim sizlerle, sevgili dostlar; eyvallah: İlk kelimeler şöyle başlamakta & alıntıdır: Sosyolog, yazar ve küratör, Prof. Ali Akay, geçmişte yazdığı kitaplar ve yaptığı sergilere ithafen, pandemiyle birlikte geldiğimiz ‘ekran yaşamı’ ile sanatçı Seza Paker’in deyişiyle ‘beş duyumuzdan üçünü kaybettiğimize’ yineden dikkat çekiyor. Sn.Akay, 2005’te ‘Doğa ile Bulaşmak’ sergisine göndermesiyle, “Şimdi de bakınca, doğayla bulaşmak değil sorun, doğaya bulaşmak, şeklinde eklemiştir: Aramızdaki virüsü kaldırmak... Ondan kaçıp, kurtulup, yeniden, doğayla bulaşalım, demektedir… ( 10 Mayıs 2020 anısına ) Akay : Öncelikle , 40 yıl kadar önce başlayan bir süreç söz konusu; yani 1975’li yıllarda başlayan ‘Doğa’ bir anlamda Alvin Toffler gibi fütürologlar tarafından bu durumu yeniden şekillenmekte toplumsal durum için de olumlu olarak görülmekteydi... Bir anlamda da, R. Musil’in cevabını vermek gibi olursa, o sıralarda Elie Theofilakis (kendisi J-F. Lyotard ile birlikte “Les İmmatériaux” (1985) sergisinin fikirsel tasarımcılarından birisi) ile birlikte bir grup (küçük bir grup) öğrencinin birlikte çalıştığı ve düşündüğü bir alan olarak durmaktaydı: “Kalitesiz İnsan”, bu insan ontolojisi olarak ortaya çıkmaya başlayan postmodern bir düşüncenin içinde parlamaya başlamaktaydı. Bu güne kadar gelen bir süreç bu ! 40 seneye yakın demek ki ! Covid-19 sonrasında ise değişen sadece bu anlamda nicelik oldu. Daha çok insan bu alana sanal âlemde çalışarak girmeye başladı ve bir norm haline sokulmaya başlandı bu durum ve zaten, mecburen. İnsanların bu tip çalışma biçimi o sıralarda “esnek emek” olarak adlandırılmaya başlanmıştı; yani, çalışma saatlerini kendileri seçmeye başlayarak, memur olmaktan çıkıp, kendi sorumluluklarını almaya başlayan çalışanlar haline gelmeye başlıyorlardı. Esnek emek ile W. Burroughs’un “cut-up” tekniği ile yazdığı “Soft Machine (1961)” ve “Nova Express (1964)” bu dönemleri öncellediğini bize göstermekteydi. Bilimkurgu gibi duran bir vaziyet, 15 sene sonra yaşanan gerçek olmaya başlamaktaydı. Foucault’nun “denetim toplumu” kavramı da toplumsal alanın yeni durumu olarak yine bu kitaplar sonrasında 1970’li yılların ikinci yarısının başında ortaya atılmıştı; bunu, Foucault ölene kadar, hatta daha sonlarda “kendilik endişesini” bu duruma yerleştirip, geliştirdi. Zaten 1976 yılındaki “Cinselliğin tarihi” kitabının ilk cildi olan “Bilme İstenci” 1960’larda başlayan “cinsel özgürlüğün” sınırlarına gelmiş olduğumuzu bize ima etmekteydi. Baskıcı iktidar yerine “üretici bir iktidarın tabandan geldiğini” ifade etmeye başlamıştı bile 1975 yılındaki “Gözetlemek ve Cezalandırmak (Hapishanenin Tarihi)” kitabından itibaren. O dönem zaten bir “muhafazakâr devrim” yaşanmaktaydı: Guy Sorman adlı sosyolog bunu izah etmekteydi: değerler kapanmaya başlamıştı… Bunu daha sonra, Félix Guattari ve Toni Negri bir şekilde ifade etmişlerdi. Depresyon yılları (“Kış Yılları” derdi, Félix Guattari) içine girildi 1980’lerde; hem neo-liberalizm hem de Fransız Sosyalist Parti’sinin ilk sol deneyiminin çökmesiyle 1983 sonrası L. Fabius hükümetiyle sol bir liberalizmin küreselleşmeye doğru giden ve teknolojik olarak başka şekil almaya başlayan post-modern bir bakışın ve yaşam biçiminin ağlarla işleyen hali kapitalizmin yeni çehresi olmaya başlamıştı. Sendikalar ise sıkışmışlardı. 1 Mayıs törenleri batılı işçi sınıfında cazibesini ve anısını yitirmeye başlamıştı. Daha çok göçmen ve mülteci Üçüncü Dünya ülkeleri işçileri veya artık işsizleri gösterilere ciddi tavırlarla katılmaktaydılar 1980’li yıllarda. Ve zaten sonra onlar da yavaşça “eğlence kutlamalarına” doğru yol aldılar. Sanayi toplumu ve onun emek sürecinin zamanı esnek zaman üzerinden gelişmekte ve bir anlamda Marx’ın Kapital’de kavramsallaştırdığı ”mutlak artı-değer”den “nispi artı-değer” e doğru gitmekteydi. Bu Marx’da da teknolojiyle ilgili olarak durmaktaydı. Doğa üzerine: Bizim coğrafyaya gelirsek; ben İstanbul’a 1990’da döndüğümde ”post-modern” anlatmaya başladım, üniversitelerde ve BİLAR’da. Yeni yeni gündeme gelmekteydi. Ve sanatçılar benim post-modern teori ve megalopoller üzerine anlattıklarımla ilgilendiler ve beni buldular ve aralarına çağırdılar. Büyük bir atılım ve yaratı zamanıydı. Hiç bir şey yoktu, her yer karanlıktı; parasal hiç bir gelişim yoktu kültür ve sanatlar için; ama heyecan ve istek vardı. Rüya görmekteydik, 1990 başında. Megalopol İstanbul ve bu yeni durumda sanatların rolü üzerine. Ama diğer yandan da bu sorunu görmekteydik... Kısacası , sonuç ile abstract geçer isem, “Doğa” ile, beş duyumuzun bütününü de esasen kaybettik diyebilirim… ( Alıntı : Prof.Dr. Ali Akay Söyleşi’nden, Gazete Duvar , sevgili arkadaşımız Evrim Altuğ’un yazısıdır…) ~~ - Saygılarımla , İ. İlkkan Şentürk -

Bunlar da İlginizi Çekebilir