Post Author Avatar
Gürkan Akçay
Boğaziçi Üniversitesi - Yazar / Editör

William Shakespeare'in Venedik Taciri isimli komedyasında; oyunun baş kahramanı, genç ve oldukça güzel bir kadın olan Portia bir şarkı söyler:

Söyle, nerede beslenir sevgi,

Kalpte mi, beyinde mi?...

Her ne kadar sevginin, kalbi bir duygu olmadığını kalp nakil cerrahları fazlasıyla ortaya koymuş olsa da, sıradan bir sevgililer günü kartına bakarsanız; bütün kartların üzerinde kırmızı kaplerin bulunduğunu görürsünüz. Fakat aşkın gerçek evinin neresi olduğuna dair güçlü deliller sinirbiliminden gelir. Bu da, aşkın; değer biçme, hedefe yönelik motivasyon, ödül, benlik gösterimi ve beden imajını içeren karmaşık bir işlev olduğunu gösteriyor ve bunların hiçbiri kalpte bulunmuyor. Peki aşk neden kalple ilişkilendirilmiştir?

Doğru yolda

Tarihsel anlamda, aşkın kalple yanlış biçimde ilişkilendirilmesinin izleri milattan önce 3000'lerde Antik Mısırlılara kadar takip edilebilir. Mısırlılar, kalbi, düşünce, hafıza, arzu ve duyguların yuvası olarak tanımlamıştır. Bu yüzden de ölen kişinin kalbi, midesi ve bağırsakları önemli olarak görülürken, beyin önemli görülmemiştir. Cenaze işleminden önce, Antik Mısırlılar, ölünün beynini dikkatlice çıkararak atmıştır, bu yüzden de firavunlar ölümlerinin ardından binlerce yıl boyunca beyinsiz bırakılmıştır.

Böylesi bir ilişkilendirmenin muhtemel sebeplerinden birisi; sevgililer öpüşürken, kalbe kıyasla beynin, bir titreşim göstermediği sorunudur.

Zihin ve beyin arasındaki ilişkinin keşfini ilk olarak milattan önce 520-450 yılları arasında yaşayan ve muhtemelen Pisagor'un öğrencisi olan Alcmaeon'un yaptığı düşünülmektedir. Alcmaeon'un tüm duyuların kanala benzer yapılar vasıtasıyla beyne bağlı olduğunu gözlemleyerek şaşırtıcı bir sonuca ulaştığı tahmin ediliyor. Bugün, bu kanallara bizler sinir diyoruz.

Alcmaeon'un bu konseptinin, daha sonraları antik çağın en önemli doktoru olan Hipokrat'ın (MÖ. 460-370) yaşadığı Kos adasına geçtiği düşünülmektedir. Konsepte ilişkin Hipokrat, son derece modern bir bakış sergilemiştir:

İnsanlar; zevklerimizin, sevinçlerimizin ve kahkahalarımızın yanı sıra kederlerimizin, acılarımızın, ıstıraplarımızın ve gözyaşlarımızın da sadece ve sadece beyinden kaynaklandığını bilmeliler. Onun aracılığıyla, daha da özelde; düşünüyor, görüyor, duyuyor, güzeli; çirkinden, iyiyi; kötüden ve hoş olanı; hoş olmayandan ayırt ediyoruz.

Hipokrat'ın bu bakış açısı, bugün herhangi bir sinirbilim departmanında öğretilebilir.

Geriye doğru bir adım

İlerleyen zamanlarda, beyinle ilgili bu aydınlanma uzun bir süre boyunca gerileme gösterdi. Sonrasında, Plato (MÖ. 429-347), beynin, birincilliğini ona geri kazandırdı ve beyne, mantık ve ölümsüz ruhun yuvası ilişkilendirmesi yaptı. Ancak Plato, ruha dair üç parçalı ayırmasında; meseleyi birbirine karıştırdı ve kalbe duygusal bir ruh atfetti.

Beyne yapılan en kötü darbe ise Plato'nun öğrencisi, klasik biyolojinin atalarından ve ilk anatomist olan Aristo'dan (MÖ. 384-322) geldi. Aristo, insanların, vücutlarına kıyasla büyük bir beyin yapısına sahip olduklarını gözlemledi, ancak tuhaf biçimde, beyne kelimenin tam anlamıyla kanın soğumasını sağlayan yavan bir işlev atfetti. Aristo, ruhun yuvasını kalp olarak belirledi.

Aristo'nun bu değerlendirmeleri, Roma imparatoru Marcus Aurelius'un doktorluğunu yapan ve bir Hipokrat hayranı olan Galen (MS. 130-201) tarafından saçma olarak nitelendirilmiştir. Galen, beyin ventriküllerinde "akıl" bulunduğunu ve sinirler vasıtasıyla duyusal bilgileri almada ve kasları kontrol etmede sorumlu olduğunu ileri sürmüştür.

Zihin/duygulara dair Aristo tarafından ileri sürülen kalp merkezlilik (kardiyosentrik) ve Galen tarafından ileri sürülen beyin merkezlilik (ensefalosentrik) teorileri, modern bilimin şafağına kadar birbiriyle çatışmıştır.

Modern Bilim ve Gerçek

Modern bilim, kalbin, yalnızca aşkın yuvası olduğu iddiasını reddetmekle kalmadı, bununla birlikte aşka dair; davranışsal, duygusal, bilişsel ve cinsel arzu uyandırmadan sorumlu spesifik beyin bölgelerinin belirlenmesine ilişkin de ilerlemeler kaydediyor.

Konuyla ilgili alandaki ilk temel çalışma 2000 yılında Neuroreport'da yayımlandı. Araştırmada, partnerine derin biçimde aşık hisseden bireylerin beyin aktiviteleri gözlemlendi. Fonksiyonel manyetik rezonans görüntüleme (fMRI) tekniği kullanılarak, katılımcıların partnerlerinin fotoğraflarına baktıklarında oluşan beyin aktiviteleri ile aynı yaş ve cinsiyetteki arkadaşlarının fotoğraflarına baktıklarında oluşan beyin aktiviteleri karşılaştırıldı.

Araştırma sonucunda, beynimizin dopamin algısından sorumlu ödül merkezi olan kaudat/putamende; dikkat atama ve kalp atış hızını kontrol etmeden sorumlu çok algılı bir bölge olan mediyal insulada ve otonom kontrol, duygular ve obsesif-kompulsif davranışlardan sorumlu bir bölgesi olan anterior singulatta aktifleşme olduğu gözlemlendi. Öte yandan korkuyla ilişkili bir bölge olan amigdalanın ise devre dışı kaldığı görüldü.

O günden beri araştırmacılar, cinsel istek ve aşkın; bedensel hassasiyet, ödül beklentisi ve sosyal bilişi düzenleyen bazı ortak beyin yapılarını devreye soktuklarını göstererek bu gözlemleri daha da genişletti.

Aşkın kalpte değil beyinde bulunduğu düşüncesi artık antropojenik küresel ısınma teorisi kadar iyi yerleşmiş durumda. Açık ki, aşkın kalp merkezli olduğu teorisini terk etmenin ve mesajların sonuna kalp emojisi yerine her bir milimetresi en az kalp kadar güzel olan beyin emojisi kullanmanın zamanı geldi.
Kaynak ve İleri Okuma
Etiket

Projelerimizde bize destek olmak ister misiniz?

Dilediğiniz miktarda aylık veya tek seferlik bağış yapabilirsiniz.

Destek Ol

Yorum Yap (0)

Bunlar da İlginizi Çekebilir