Bilim toplumdaki yaygın yanılgının aksine sadece bilimsel bilgilerin bir toplamı değil, bu bilgileri üreten süreçlerin bütünüdür. Dünyanın büyük kısmında olduğu gibi Türkiye’de de bu bilgi üretimlerinin merkezi pek çok alt bileşenin dâhil olduğu üniversitelerdir, dolayısıyla özgür üniversiteler ve akademiler olmadan özgür bilimden bahsedemeyiz. Türkiye’de üniversitelere yönelik uzun süredir devam eden baskı ve dönüştürme politikaları, 30 Ekim’de yayınlanan KHK’lar ile akademik özgürlüklerin kısıtlanması açısından büyük bir darbe daha eklendi. Sadece geçtiğimiz bir yıl içinde yaşananlar dahi pek çok açıdan 1933 Almanya’sında akademideki Nazi kıyımını akla getiriyor. Gelin, Türkiye’de zaten kısıtlı olan bilim üretimi açısından bu sürecin tehlikelerini Nazi Almanya’sı ile kıyaslayarak inceleyelim.
Türkiye bilim insanları, akademisyenler geçtiğimiz bir yıl içerisinde yıllardır şikâyetçi oldukları kadro ve ödenek sıkıntılarının ötesinde toplumun diğer kesimleri gibi siyasi iktidarın fiziksel baskısını daha yüksek perdeden hissettiler. Ocak ayında fikir özgürlüğü kapsamında değerlendirilmesi gereken "Bu suça ortak olmayacağız" bildirisine imza atan 1128 akademisyen iktidar tarafından ‘terörist’ ilan edildi ve YÖK talimatıyla haklarında soruşturmalar başlatıldı. Ardından sadece fikir beyanında bulunmuş bu akademisyenlerden bazılarının üniversiteden uzaklaştırılmalarına, bazılarının ise gözaltı ve tutuklanmalarına tanık olduk. Fikir beyan etme özgürlüğünün olmadığı bir ortamda bilim yapma özgürlüğü de kısıtlanmış hale gelir, sanılanın aksine bu sadece toplum bilimlerini ilgilendirmiyor. Örneğin Nazi Almanya’sında Einstein görelilik kuramları, Einstein’ın Yahudi olması ve başka alanlardaki fikirleri nedeniyle “komünist fiziği” olarak adlandırılmış ve “Alman fiziğine” düşman ilan edilmişti. Özellikle evrim kuramını içeren biyoloji alanında eğitim-öğretimin değiştirilmesi, ilgili araştırmalara onay ve kaynak verilmemesi Türkiye için benzeri tehlikeleri işaret ediyor.
Nazi Almanya’sına daha yakından bakalım. Ocak 1933’te Hitler Almanya’nın başbakanı oldu. 27 Şubat’ta daha sonradan Nazi’lerin kundakladığı öğrenilen Reichstag yangının ardından Hitler “bu tanrının bir işaretidir” yorumunu yapmış, bu yangın Nazi’lerin mutlak iktidarına giden yolu açmıştı. Kitap yakmalar ve toplama kamplarına kadar uzanan faşizm uygulamaları olan iktidar öğretim ve araştırma kurumlarını da tahakkümü altına almıştı. Weimar Cumhuriyet’i döneminde Almanya’da dekan ve rektörler akademisyenler tarafından seçilirken artık Eğitim Bakanı tarafından atanmaya başlandı. Toplam 2800 akademisyenin görevine son verildi. Yurtdışına kaçan akademisyenler arasında Einstein’dan Schrödinger’e, Born’dan Pauli’ye pek çok önemli isim yer alıyordu. Bu nedenlerledir ki Nazi teknolojisindeki ilerlemelerden bahsedebilirken, temel bilgi üretimi açısından dehşet verici ve başarısız insan deneylerinin ötesinde bir şey göremeyiz.
Günümüz Türkiye’sine dönersek, 15 Temmuz darbe girişiminin Cumhurbaşkanı tarafından “Bu Allah’ın bir lütfu.” yorumu ile başlayan OHAL dönemi en az Almanya’daki kadar ürkütücüdür. Hukukun ve meclisin devre dışı bırakılmasından, tutuklamalar ve basın organlarının kapatılmasına kadar sayısız alanda yükselen faşizm tıpkı Nazi Almanya’sındaki gibi öğretim ve araştırma alanını da kontrol etmeye çalışıyor. 30 Ekim’de yayınlanan iki KHK ile birlikte zaten göstermelik olarak devam eden rektörlük seçimleri tamamen kaldırıldı, 1262 akademisyen ise ihraç edildi. Bugün Türkiye’de lisans öğrencilerinden akademisyenlere kadar üniversitenin bileşenlerinin çoğunluğu hem bilimsel kariyer hem de güvenlik endişeleri yüzünden hiç olmadığı kadar yurt dışı imkânlarını araştırıyorlar.
Karşı koyuş örnekleri de var
Elbette tarih kaçışların yanı sıra aksi örnekler ve mücadeleler de barındırıyor. Bu örneklerden bir tanesi Fransa Naziler tarafından işgal edilirken ülkesini terk etmemeyi tercih eden, eşi Irène ile birlikte Nobel ödüllü fizikçi Frédéric Joliot-Curie’dir. Atom fiziğinin öncülerinden olan fizikçi Nazilerin nükleer enerji arayışı ve Joliot’un kendisini yanlarına çekebilecekleri biri gibi göstermesi sayesinde laboratuvarının ve üniversitedeki konumunu koruyabilmişti. Ancak Joliot araştırmalara devam etmek ve sonuçlarını Nazilerle paylaşmak yerine laboratuvarını bir direniş karargâhı haline getirmişti. İşgal boyunca Ulusal Cephe komitelerinin koordinasyonunu da sağlayan fizikçi pasif ve aktif eylemlerle Naziler için ülkenin cehenneme çevrilmesinde önemli rol oynadı. Bu uç örnekten çıkarılacak ders tabii ki bugün tüm üretimi bırakarak, sadece bilim için uygun şartların oluşturulmasına odaklanmak olmamalıdır. Ancak sürecin kendisini sorgulamayı, korumak ve geliştirmek için mücadele etmeyi de bırakmamalıyız. Joliot-Curie’nin şu sözü ile bitirelim:
Dilediğiniz miktarda aylık veya tek seferlik bağış yapabilirsiniz.
Destek Ol