Bazen bilim dünyasında sıcak tartışmalara konu olan "simülasyon hipotezi (bir simülasyonda yaşadığımız hipotezi) bilimsel midir?" tartışmasını ağırlıklı olarak Karl Popper'ın bilim felsefesinden yararlanarak değerlendirmeye çalışacağız.

Simülasyon argümanı savunucuları durduk yere biz simülasyonda yaşıyor olabiliriz demiyorlar, bunu fantezi olsun diye yapmıyorlar. Tamamen ciddi ipuçlarına dayalı olarak haklı bir kuşku içindeler. Önce bunu söyleyelim ki, simülasyonculara taşlama yapıyor  gibi görünmeyelim. Bazı kozmolojik kuramların formülasyonlarında bilgisayar bilimlerinde hata düzeltici kodların matematiksel yapısının olduğu görülüyor. Doğanın temel sabitlerinin değişmezliği, alan kuvvetleri arasındaki çok hassas oransal değerler, karadeliklerin "saçsızlığı", holografik ipuçları, kuantum enformasyon teorisi, entropi - bilgi ilişkisi vs.

Tamam. Aslında olabilir diyorsunuz, bağnazlık yapmayalım şimdi diye düşünüyorsunuz.

Sonra Popper çıka geliyor. Durun! diyor. Tamam, bu bahsettikleriniz hipotezinize dayanak olabilir. Ancak bir sorun var, hem de büyük bir sorun.  Öyle ki, bu sorunu gideremezsek hipoteziniz Russell'ın çaydanlığı veya Sagan'ın garajındaki ejderi andıracak.

Soru şu: Hangi durumda simülasyon hipoteziniz çöker?

Popper'ın aradığı kriter işte bu: yanlışlanabilirlik. Eğer o yoksa, kendi içinde tutarlı gibi görünen her varsayım aksi kanıtlara rağmen bile ayakta tutulabilirdi ki, bu da bilimin köküne kibrit suyu dökmektir. Simülasyon argümanı savunucuları kafalarını karıştırmaya başlıyor, cidden hangi durumda hipotezimiz yanlışlanabilirdi?

Bölüm-2:

Matrix serisini izlemeyen yoktur. (İzlemediyseniz sorun değil, filme göre yaşadığımız dünya sanal bir gerçeklik. Kabuğunuzu kırmak için ihtiyacınız olan şey ise kırmızı hapı almak.)

Bu kısımdan itibaren okuyacaklarınız bilim ile bilim-olmayanın puslu hudutları içindedir.

Birisi çıkıp size temel bir gerçeklikte yaşıyor olma ihtimalinizin milyarda bir olduğunu söylese inanır mısınız ona?

Peki o kişi Elon Musk olsa?

Hâlâ mı inanmıyorsunuz?

Michio Kaku. Bakın ne diyor:

"Bir zekâ tarafından oluşturulmuş kurallarla yapılmış bir dünyada olduğumuz sonucuna vardım..." Ve devamında kuralların açık bir plan dahilinde olduğunu ve şansa yer olmadığını savunuyor.

Neil deGrasse Tyson, birinin hard-diskinde yaşıyor olma ihtimalinizin yazı tura atmakla eşdeğer olduğunu düşünüyor: %50-%50.

Bunlar spekülasyon gibi mi geliyor kulağa?

MIT'den Max Tegmark, eğer herhangi bir bilgisayar oyununda bir karakter olsaymış, tıpkı bizim evrenimizde olduğu gibi sonunda kuralların tamamen katı ve matematiksel göründüğünü fark edermiş. Bu ise gerçekliğin temelde matematiksel kodlarla inşa edilmiş olabileceğini yansıtıyor.

Popper hepsini dinledikten sonra kenarda oturduğu sandalyesinden kalkar ve aynı soruyu tekrar sorar: "Zeki bir varlığın simülasyonunda yaşıyor olabileceğimizi gösteren ipuçlarına diyeceğim yok, peki hipotezinizin yanlışlanabilir varsayımı nedir? Bunu öğrenmek istiyorum!"

Bölüm-3:

Bu bölümde tartışmamıza ara verip Karl Popper'ın yanlışlamacılık (veya yanlışlanabilirlik) ilkesine kısaca bir göz atalım. Bu arada da simülasyoncularımız dışarıda kahvelerini içerken Popper'a ne cevap vereceklerini düşünsünler. Ayrıca 4. bölümde sürpriz misafirlerimiz de olacak.

Bilim ile bilim olmayan arasındaki sınır nedir? Bu sınırı çekerken hangi ölçüt veya ölçütleri kullanmamız gerekir? Kuşkusuz ilk akla gelenler, "test edilebilirlik" ve "tekrarlanabilirlik" gibi ölçütlerdir. Ancak çok daha temel bir ölçütten bahsediyoruz.

Bilim ile bilim olmayan (Metafizik) arasındaki sınırın belirlenmesi problemi "sınırkoyma problemi" olarak bilinir.

Sınırkoyma Problemi (problem of demarcation) kısaca bilim olan ile bilim olmayan arasındaki sınırın ne olduğunu ortaya koyma problemidir. Popper’in (1996c: 43) ifadesiyle; “bir yandan deney bilimlerini öte yandan matematikle mantığı olduğu kadar ‘metafizik’ dizgeleri birbirinden ayırabilmemizi sağlayacak bir ölçüt bulma problemine sınırkoyma problemi” denir. Daha önce de açıklandığı gibi, Viyana Çevresine göre bilim ile metafiziği birbirinden ayıran sınır, doğrulamacılıktır. Doğrulamacılığın eleştirisi ise, bu yöntemin sınırkoyma ölçütü olarak kullanılamayacağını gösterir.

Popper 20. yy'ın ilk yarısında gerek temel bilimler, gerekse sosyal ve psikoloji bilimlerinin yankı uyandıran çalışmalarının yapıldığı bir dönemde gelişmeleri yakından takip etme fırsatı bulmuştu. Bir bilim felsefecisi için tarihsel koşullar mükemmeldi yani. Bilim somut ve test edilebilir olgularla ilgilenir. Sonuçları tekrar edilebilirdir.

Peki en temel ölçütümüz neydi?

Doğrulanabilirlik.

İşte Popper'ın itirazı burada başlıyordu. Popper'a göre, doğrulamacılık (veya doğrulanabilirlik) bilim ile bilim olmayanı birbirinden ayırma konusunda güvenilir bir ölçüt değildir:

Popper, doğrulamacılık ilkesi hem çok geniş hem de çok dar derken kastettiği de bu yöntemin aksaklıkları idi. Eğer bilim olan ile olmayan arasındaki sınır, onun doğrulanabilirliği olsaydı o zaman bir teoloji de bilim kavramı altında değerlendirilebilirdi, çünkü bir teolog dünyaya her bakışında Tanrı’nın varlığını doğrulayan binlerce empirik veri bize sunabilir. Popper buna, Marx’ın tarih kuramını, Freud’un ruhçözümünü ve Alfred Adler’in ‘birey ruhbilimi’ diye adlandırdığı kuramını da ekliyor.

Peki neden doğrulanabilirlik güvenilir bir ölçüt değildir? Bunu size doğrudan Popper anlatsın:

Adlerci ve Freudcu görüş, Popper’e göre sürekli doğrulanabilirdir; çünkü birbirine zıt, iki farklı olayda dahi aynı anahtar çözümleme her iki olayın da aynı kefeye konulabileceğini açığa çıkarır.

“Bir çocuğu boğmak niyetiyle suya iten adamın eylemiyle, çocuğu kurtarmak amacıyla kendi canını feda eden adamın davranışı. Bu iki olayın ikisi de hem Adlerci hem de Freudcu terimlerle aynı kolaylıkla açıklanabilir. Freud’a göre birinci adam bastırılmış dürtüleri (örneğin Oidipus kompleksinin bir bileşeni) yüzünden hastadır, ikinci adam ise bunları yüceltmeyi başarmıştır. Adler’e göre ise birinci adamın derdi aşağılık duygusudur (ve olasılıkla, bir suç işlemeye cüret edebileceğini kendi kendine kanıtlama ihtiyacı yaratmaktadır); ikinci adamınki de aynıdır (ancak bu kez duyulan ihtiyaç, çocuğu kurtarmaya cüret edebileceğini kanıtlamaya yöneliktir)” Popper, 1996a: 168).

Kısaca, bu kuramların aslında en büyük çekiciliği, en büyük handikaplarını oluşturur Popper’e göre: Olgularca hep doğrulanması. Peki Popper bu sınırkoyma probleminin önüne nasıl geçer? Cevap yanlışlamacılıktır. O halde, diyebiliriz ki, bilim ile bilim olmayanı birbirinden ayırmanın en iyi yolu "yanlışlamacılık" (veya yanlışlanabilirlik) ilkesine başvurmamızdır. Öyle ki, bir varsayım hangi durumlarda yanlışlanabileceğine dair de net içerimler taşımalıdır.  

Dikkat ederseniz şimdiye kadar tartışmamız bilim ile bilim olmayan arasındaki ayrıma dönüktü. Buraya dikkat edin: Gerçekliğin doğasına dair hiçbir şey söylemedik. Kısacası, bilimin erişim alanı dışında kalan her şey kesinlikle anlamsızdır veya kesinlikle gerçek dışıdır demiyoruz. Bunu diyemeyiz de çünkü; gerçekliğin doğası bizim insan türü olarak kavrayış sınırlarımızı aşabilir bir nitelikte olabilir.

Altını çizmekte fayda var: Bilim elbette gerçeklere, somut ve ikna edici gerçeklere ulaşma çabasıdır. İnsani bir faaliyettir. Dolayısıyla bizim gerçeklik olarak addettiğimiz, bilimin bize sağladığı fikirlere dayalıdır. Bu hassas ve tehlikeli ayrımı bir de Popper'dan dinleyin ki, benim yanlış anlaşılıyor olma ihtimalim giderilmiş olsun:

“Karl Popper’le Söyleşi”de Magee’nin; bilimin dışında kalan her şeyin anlamsız olduğu görüşüne Popper’in hiç katılmadığı saptamasını ortaya atması sonucu Popper bunu şöyle yanıtlar:

“Hayır, hiçbir zaman. Bence çürütülemez bir önerme deney bilimlerinin olamaz, ama bu onu anlamsız kılmaz. Bilimsel kuramlarımızın pek çoğu sınanamaz bilim öncesi kuramlardan geliştirildi. Newton’un kuramının geçmişinin izi Anaksimandros’a Hesiedos’a kadar geri götürülebilir; eski atomculuk kuramı 1905’lere kadar sınanamaz olarak kaldı. Doğrusu bilimsel kuramlarımızın çoğu bilim öncesi öykülerden doğmuştur. Bu öykülere ‘anlamsız’ demenin yanıltıcı olacağını düşünüyorum” (Magee, 1996:29-30).

Görüldüğü gibi Popper, metafiziğin ne anlamsız olduğunu ne de bilimsel olduğunu savunuyor. Popper yukarıda harika anlatmış değil mi? Ben de artık biraz rahatlayabilirim o halde.

Simülasyoncular içeri giriyor...

Bölüm-4:

"Doğanın yasaları matematiğin diliyle yazılmıştır." - Galileo Galilei

Konferansın gerçekleştiği salonda duvarda asılı bir afişte Gallileo tartışmacıları bu sözünün ağır tesiri altında bırakıyordu. Herkes tedirgindi. Simülasyoncu fizikçiler, felsefeciler ve karşıt görüşlü diğer fizikçiler salona gelip yerlerine oturdular. Popper yine her zamanki gibi sağ ayağını sol ayağının üzerine atmış sol eli çenesinin altında kürsüye odaklanmıştı.

Bu bölümde kürsüye ilk gelen kişi MIT'den Seth Lloyd oldu. İlk sözü ise şuydu: Her şey sayıdır.

Biraz Pisagor hakkında esprili birkaç sözün arkasından Lloyd 1940'larda Konrad Zuse adında az tanınan ama önemli işler çıkarmış bir adamın sözünü paylaşır: Zuse, programlanabilir bilgisayarlar ve hesaplamalı sistemler üzerine çalışıyordu. Söylediği şuydu: "Aniden, evreni devasa bir hesaplama makinesi olarak yorumlamayı düşündüm."

Lloyd aradan geçen 70 yılda Zuse'i haklı çıkarabilecek bulgulara ulaştığını aktardı: Evren dev bir kuantum bilgisayarıdır. Var olan her şey bir bilgisayar çıktısıdır. Hesaplamalar ilerledikçe, algıladığımız anlamda gerçeklik ortaya serilmektedir...

Evren eğer bir simülasyon ise programın algoritmik yapısında bugün parçacık fiziğinin standart modelince belirlenmiş temel parçacıklar ve kuvvetleri yöneten bir takım simetriler, yük, parite, spin gibi belirli özelikler standart olarak vardır diye devam ediyor Lloyd. Sadece bunlar da değil, temel sabitler ve alan kuvvetlerinin göreli değerleri algoritmanın diğer standartlarıdır. Programı yürüten "işlem" ise bugün bizim temel ilkelerini oraya koymaya çalıştığımız kuantum mekaniğinin esasları olmalıdır.

Simülatör muhtemelen simülasyonda ortaya çıkabilecek tüm olasılıkları önceden hesaplamıştı: Zeki varlıklar buna dahil. Ancak bu varlıkların bir simülasyonda yaşadıklarına dair kuşkuya kapılmalarının önüne geçecek kanıtları algoritmaya yerleştimeye gerek duyacağını sanmıyorum. Çünkü bu, bir hırsızın soygun yaptığı bankada olaya tanıklık eden bir karıncayı kendisini ele verme korkusundan dolayı öldürmeyi düşünmesi kadar aptalca gelecektir simülatöre. Buna gerek duymayacaktır: Bariz kanıtlar ve ipuçları zaten algı sınırlarımızın ötesindedir.

Tam bu noktada söz isteyen Felsefe profesörü David Chalmers, "simülatörün bunu hesaba katmış olduğunu varsayarsak, bu durumda simülasyonda yaşamadığımızı gösteren tüm kanıtlar simüle edilmiş demektir. Yani bir simülasyonda yaşadığınız halde bir simülasyonda yaşamadığınıza dair çok sayıda ve ikna edici kanıt elde etmeniz mümkün" der. Katılımcıların kafasında artık şu manzara belirmeye başlamıştı: Anlaşılan bir simülasyonda yaşıyor olma ile olmama olasılığı iç içe geçmiş olmakla birlikte durumun bilimsel olup olmadığı dahi koyu bir bulanığın içinde kaybolmuştu.

Lloyd yerine geçerken, Oxford'dan Nick Bostrom konuşmasını yapmak üzere kürsüye çağrılır.

O esnada Popper kafasında güçlü bir tez hazırlamaktaydı. Afişteki Gallileo ile göz göze gelince gülümsedi.

"Tabii ya..."

Bölüm-5:

Bostrom acele etmeksizin kürsüye doğru yürür. Mikrofonunu kendisine göre ayarlar, katılımcıları selamlar.

Ardından John Lennon'a ait şu iki kelimeyi sarfeder: "hiçbir şey gerçek değil". Ardından konuşma metnini kürsünün üzerine koyar ve yarım bardak su aldıktan sonra konuşmasına başlar..

Konuşma metni: simulation-argument.com/simulation.html

*Bu bölümde Bostrom'un metninin bir özetini ele alacağız. Bunu yaparken önemli noktaları atlamamaya çalışacağız. Bu bölümü dikkatle ve önyargısız bir şekilde anlamaya özen göstermeniz konunun bütününü anlamak için çok önemli. Haydi yapalım...

Bostrom, kendisinden önce dile getirilen simülasyon fikrini bir adım daha öteye taşıyordu: Simülasyonun başlangıç şartlarıyla sınırlandırılmasına bile gerek yoktu: Her şey tek tek simüle edilmişti. Metne odaklanalım şimdi.

Sevgili meslektaşlarım ve diğer saygıdeğer katılımcılar;

3 varsayım ortaya atıyorum ve bunlardan en az birinin doğru olması gerektiğini öne sürüyorum..

Varsayım1: insanlık olarak soyumuz (buna diğer zeki varlıkları dahil edebiliriz) bir “post-insan” aşamasına erişemeden büyük ihtimalle sona erecektir.

Varsayım2: herhangi post-insan uygarlığına erişmiş olsak bile kendi evrimsel sürecimize ait anlamlı sayıda simülasyon yürütme düşüncesi son derecede beklenmediktir. (Yani simülasyon yapmaya gücümüz olacak ama bir nedenle yapmayacağız demek istiyor.)

Varsayım3: Bizler neredeyse kesin olarak bir bilgisayar simülasyonu içerisinde yaşıyoruz.

Şimdi burada sizlere 3. varsayımın ne denli güçlü olduğunu göstermek istiyorum.

Gelecekte muazzam bir hesaplama (computation) gücümüzün olacağına dair yaygın bir teknolojik ve fütüristik konsensus sözkonusudur. Böyle bir durumda gelecek nesillerimiz bir ata-simülasyon (ancestor simulation) yapmaya karar verebilirler.

Bunu yapmayada bilirler elbette.(Varsayım-2)

Bu nesil (post-human) örneğin merak duydukları insanlık tarihinin(kendi geçmişlerinin) bir benzetimini, yani ata simülasyonunu yapmak isteyebilirler. Elbette bu durumda karşımıza hangimizin gerçek (biyolojik) hangimizin simüle bir varlık olduğu problemi ortaya çıkacaktır. Burada sizlere simüle bir varlık olma olasılığının ne kadar yüksek olduğunu göstermeyi umuyorum.

Zihin felsefesindeki yaygın varsayımlardan biri zihnin fiziksel yapı-bağımsızlığıdır.  Yani zihinsel süreçler bağlı olduğu fiziksel yapıdan (biyolojik beyin veya silikat tabanlı bir çip) bağımsızdır. (fonksiyonellik savunusu) Bu yan varsayımı bu şekilde kabul etmek istemeyebilirsiniz ama daha zayıf versiyonları bile simülasyon varsayımını hâlâ güçlü kılar: Bir bilgisayar organik beyni tam olarak benzetimlemek veya Turing testinden geçmek zorunda değildir.

(Merak edenler için Turing kriteri: "Bir bilgisayar eğer bir insanı kendinin de insan olduğuna ikna edebilirse zeki olmayı hak edebilir." -Alan Turing)

Gerçek organik zihinde yürüyen öznel deneyimleri ve zihinsel süreçleri birebir olmasa bile benzetimlemek bile yeterlidir: Yeter ki simüle edilmiş varlık, bir simülasyonda yaşadığına dair çok güçlü bir sanıya ve bariz bir kanıt değerlendirmesine başvuramasın.

(Bostrom burada kısaca, insan beyni (zihin) benzetimlenebilirdir yani simüle edilebilirdir diyor. Bunun için fiziksel-yapı bağımsızlığı varsayımının, hatta onun zayıf versiyonlarının bile yeterli olduğunu düşünüyor. Konuyla ilgili halihazırda yürütülen bir proje için bkz: bluebrain.epfl.ch )

Buraya kadar tamam. Şimdi benzetimleme için teknolojik limitleri kontrol edelim. Sevgili Moravec bize bir insan beyninin saniyede 1014 operasyon (işlem) yaptığını gösterdi. Bütün sinaptik bağlantılar dahil edildiğinde sayı 1017 mertebesine ulaşır. Buradan yola çıkarak tüm insanlık tarihinin simüle edilmesi saniyede 1036 operasyon yapan bir bilgisayar gerektirir. Çevresel yapıyı (makro ve mikro evren) dahil edersek çok daha büyük bir sayı elde edebiliriz.

O halde bütün evreni benzetimleyebilecek bir bilgisayar düşünmek akla yatkın değildir, ama imkansız da değildir: Bilgisayarın bu maliyeti oldukça aşağılara çekebileceği seçenekler vardır. Örneğin bilgisayar sadece sizin erişebildiğiniz kadarıyla olan evreni benzetimler. Göremediğiniz "ötesi" için boşuna işlemci kapasitesini zorlamaz. Eğer olur da bir teleskopla gökyüzünde çok uzaklara bakarsanız, simülasyonu yürüten bilgisayar da ekstra işlemler yürütmeye başlar ve siz o işlemin çıktılarını görürsünüz.

Dolayısıyla evrenin uzak noktaları, siz baktığınızda "beliren" işlem çıktılarıdır ve evrene/doğaya dair beklentilerinizle uyumludur: Sizi çok fazla şaşırtıcı şeyler görmezsiniz.

Ya da bir elektron mikroskobundan baktığınız hücreyi düşünün: Orada değil mi? Yoksa değil mi? Ama sizin onun orada olduğunu bilmeniz yeterli. Ve gördüğünüz o şey, bakteriler hakkındaki bildiklerinize meydan okumuyor, öyle değil mi? Bostrom, kalan suyunu da içti ve kendinden gayet emin bir şekilde konuşmasına devam etti. Konuklardaki huzursuzluk içten içe artıyordu. Bazıları ise kürsüdeki adamın sağlıklı düşünüp düşünemediğini sorguluyordu. Ama adam sağlıklıydı.

Diyelim ki bütün bunlar olurken simülasyonun seyrinde bir hata meydana geldi? Bunun farkına varan bir simüle-beyin (veya hepsi) yeniden düzenlenebilir (anlık formatlama gibi sanırım) veya simülasyon bir geri yükleme noktasından yeniden devam ettirilir. (Deja-vu?) Şu an için optimum olmaktan uzak nanoteknolojik tabanlı gezegen kütlesinde bir bilgisayarın operasyon kapasitesi 1042 olarak hesaplanmaktadır (Gerçekten de öyle, teknik verilerle boğmamak için detaylara girmiyoruz.)

Bu durumda bir ata-simülasyonu yürüten bir bilgisayarın insanlık tarihininin bir saniyesini (evrimsel geçmişiyle beraber) simüle etmesi için işlemci kapasitesinin sadece milyonda birini ayırması gerekir. Gördüğünüz gibi, gayet olası şeylerden bahsediyoruz. Demek ki bu bilgisayar bizim "yaramazlıklarımızı" epeyce bir tolere etme kapasitesine sahip: Bir simülasyonda yaşamadığınıza dair büyük bir güven içerisindesinizdir...

Kaldı ki, nanoteknolojik tabanlı bilgisayarlara göre gelecekte tasarlanacak çok daha kompakt ve çok daha gelişmiş bir kuantum bilgisayarının yapabileceklerini hayal bile etmemiz mümkün değil. Beyler bayanlar, burada uçuk hayallerden değil, olası şeylerden söz ediyoruz. O halde şurası açıktır ki: Post-insan uygarlıkları, böyle bir amaç için kaynaklarının küçük bir kısmıyla bile, devasa sayıda ata-simülasyonu koşturacak yeterli bilgisayım (computation) gücüne sahip olacaklardır...

Bostrom konuşmasının ikinci bölümüne hazırlanmak ve katılımcıların bir durum değerlendirmesi yapmalarını sağlamak için, konuşmasına kısa bir ara verir.

Popper biraz temiz hava almak ve kafasını boşaltabilmek için tek başına dışarı çıkar. Hava açıktır, yolun karşısında küçük bir çocuğun elindeki elmayı havaya atıp tutarken güneşin bir an için gözüne vurduğunu ve elmayı yere düşürdüğünü farkeder. Popper içeri girdiğinde Bostrom'un bir slide-sunuya geçtiğini görür. Hızlıca sandalyesine doğru geçerken bir yandan da gözü ekrandadır:

f_p: Tüm insan-seviyesi teknolojisi olan uygarlıkların post-insan aşamasına ulaşma oranı.

¯N: Bir post-insan uygarlığı tarafından yürütülen ata-simülasyonlarının ortalama sayısı.

¯H: Bir uygarlık post-insan aşamasına ulaşmadan önce o uygarlıkta yaşamış ortalama birey sayısı.

Buradan Bostrom bir simülasyonda insan-türü deneyimleri olan tüm gözlemciler için aşağıdaki formülü verir:

Ata-simülasyon kurabilecek mertebede olan veya bununla ilgilenecek bireylere sahip post-insan uygarlık oranı f_1 ve bunların yürüttüğü ortalama ata-simülasyon sayısı N_1 ise;

O halde:

  • f_p nerdeyse sıfırdır (post-insan seviyeye ulaşılamaz) ve dolayısıyla f_sim de sıfır olur. Yani, rahat olun simülasyonda değilsiniz demektir bu.
  • f_1 nerdeyse sıfırdır (ata-simülasyon yürütmekle ilgilenebilecek post-insan uygarlık sayısı) dolayısıyla yine simülasyonda yaşama olasılığınız güvenle sıfırdır.
  •  f_p veya f_1 sıfırdan anlamlı derecede farklıdır ve dolayısıyla f_sim 1'e yakınsak değerler alır. Bu durumda simülasyonda olma ihtimaliniz anlamlı derecede yüksektir.

Katılımcılar bu matematiksel temelin Bostrom'un başta vermiş olduğu 3 varsayımı nesnel olarak temellendirdiğini görmüş oldu. Bostrom artık yavaş yavaş 3. varsayımın geçerliliğini başka bir yan varsayım ile güçlendirebilirdi: farksızlık ilkesi.

Bostrom slide-sunuyu bitirip tekrar kürsüye geçer ve metnin 5. kısmını tartışmaya açar: Farksızlık ilkesini.

Bölüm-6:

Katılımcılar Bostrom'un basit bir farksızlık ilkesi ile nereye varmak istediğini az çok kestirebiliyordu ancak yine de onun etkileyici konuşması karşısında kendilerini tam olarak neyin beklediği konusunda da garip bir heyecan hissediyorlardı.

Bostrom ise hissiz görünüyordu.

"Eğer insan-tipi deneyimleri olan tüm gözlemcilerin x oranında simülasyon içerisinde yaşadığını biliyor olduğumuzu farzedersek, ancak; kendi deneyimlerimizin diğer insan-tipi deneyimler arasında in machina (makine içinde) veya in vivo (canlı içinde) olmasına ait ihtimalin... yüksek veya düşük olduğuna dair herhangi bir şekilde fikrimiz yoksa, o zaman simülasyon içinde olma ihtimalimiz 'x' e eşittir"

Çok mu karmaşık geldi? basitleştirelim biraz o halde...

Bostrom'un bu ilke ile anlatmaya çalıştığı şeyin ana fikri şu: Eğer iki durumdan herhangi birinin (Makine içinde mi yaşıyorsunuz yoksa gerçek biyolojik varlıklar mısınız) geçerli olduğuna dair tatmin edici bir kanıtınız yoksa, o zaman iki durum da aynı derecede geçerlidir.

Bostrom, eğer (1) ve (2) varsayımları geçerli değilse, bir simülasyonda yaşıyor olma ihtimalinizin çok yüksek olması gerektiğine dair inancınızın nerdeyse tam olması gerektiğini öne sürer: Çünkü ata-simülasyon sayısı aşırı fazladır ve "gerçek" varlığınız nerdeyse hiç olası değildir.

Bostrom bu açıklamanın ardından VI bölüme (yorum) (Interpretation) geçer.

Sevgili meslektaşlarım ve değerli katılımcılar,

Eğer varsayım-1 doğru ise, hiçbir zaman post-insan seviyesine ulaşamayacağız ve bu haliyle yok olacağız demektir. Bunun çeşitli nedenleri olabilir: Ani bir kitlesel yokoluş, nanoteknolojik mikroskobik robotların dünyamızın kaynaklarını istila etmesi veya teknolojik seviyemizin bu seviyelerde seyretmesi ve kaçınılmaz sona gidiş gibi...

Eğer varsayım-2 doğru ise, bir post-insan aşamasına geleceğiz ancak bir ata-simülasyon yürütme motivasyonumuz olmayacak. Bu zıt yakınsama, bizi bir simülasyonda yaşamadığımıza yeterince ikna edecektir. Bunun da bazı sebepleri, ben her ne kadar tatmin edici bulmuyor olsam da geniş çapta etik nedenler (bir simülasyon yürütmeyi ahlaki bulmamak) olabilir. Bu zayıf bir seçenektir ama masadadır. Ya da bu uygarlık(lar) öyle bir entelektüel düzeye ulaşmıştır ki, bir simülasyon yürütmeyi boşa vakit kaybı veya çok değersiz bir uğraş olarak görüyor olabilirler. Kısaca, bu uygarlığın bireylerinin bildiğimiz insana özgü davranışsal özellikleri yoktur.

Eğer varsayım-3 geçerli ise, bu bizim neredeyse kesin bir şekilde bir simülasyonda yaşadığımızı gösterir. Dahası, bu sanal gerçekliğin (veya gerçekliklerin) temel olan gerçeklikle bağdaşması mümkün değildir. Bu aşamada şunu da belirtmek yerinde olacaktır. Bir ata-simülasyon içerisinde alt simülasyonların gerçekleşmesi de olasıdır: Bu durumda sanal gerçeklikler kendi içinde katmanlara ayrılabilir.

Bir başka olasılık ise ata-simülasyon dışında, her şeyin değil, bir grup insanın veya tek bireylerin simüle edilmiş olma olasılığıdır, ki bu durumda diğer her şey gölge insanlar (Shadow-People) ve diğer gölge ayrıntılar olur. Burada gölge yapılar kavramıyla simülasyon maliyetini aşağılara çekmiş olmakla birlikte "gölgeler" dediğimiz şey aslında çevremizde gördüğümüz, kendi sanallığımızı bize hatırlatmaktan yoksun alt-sanal şeylerdir.

Bostrom son sayfayı çevirip VII bölüm- sonuç (Conclusion) kısmına gelir.

Değerli meslektaşlarım ve saygıdeğer katılımcılar, sonuç olarak şunu ifade ediyoruz...

Şayet (3) doğru ise, neredeyse kesin olarak bir simülasyonda yaşıyoruz. Şu anki cehaletimizin karanlık ormanlarında, kişinin güvenini, (1), (2) ve (3) arasında kabaca eşit olarak dağıtması akla yatkın görünüyor.

Ve devam edecek olursak...

Eğer şu an bir simülasyonda yaşamıyorsak, gelecek nesillerimiz neredeyse kesin bir şekilde asla bir ata-simülasyonu yürütmeyeceklerdir.

Dinlediğiniz için teşekkür ederim.

Saygılarımla...

Bostrom yerine doğru yürürken salondaki belli belirsiz bazı homurdanmalar dışında herkes olan biteni anlamaya çalışıyordu. Popper ise düşünceli görünüyordu. Programa göre son iki konuşmacı kalmıştı. Popper ise en son konuşmacı olarak kayıtlıydı.

Bölüm-7: "Konuşan Parmaklar"

Moderatör Bostrom'un ardından sondan bir önceki konuşmacıyı kürsüye çağırır. Bu esnada perdeye şu görüntü düşer:

"Gerçekliğin eşsiz bir resmi yoktur. " -Stephen Hawking Kaynak: Brainy Quote

En ön sıralarda tekerlekli sandalyesinde oturan bir profesör yardımcısıyla birlikte kürsüye doğru ilerlemeye başlar. O kişi kimilerince dünyanın gelmiş geçmiş en büyük bir kaç dahisinden biri olarak gösterilen Stephen Hawking'den başkası değildir.

Hawking'in konuşması, parmaklarından bir bilgisayar ekranına düşen düşünceleri önceden metin haline getirilmiş ve bir dış ses tarafından salon hoparlörüne verilmek üzere kayda alınmıştır. Ses, çok bilgece ve içten gelmekteydi. 40 yıl içine kapanmış bir adamım sesi...

"Bana 40 yıl önce büyük bir kalabalığın karşısında konuşma yapacağımı ve popüler kültürün bir parçası olacağımı tahmin eder miydim diye sorsanız, size sadece gülerdim." Hawking'in dış sesinden başka çıt yoktu salonda...

"Ama şu an ki Genellikle bilim ve felsefi anlamda dönemin ruhunu, şartlarını veya konjonktürünü ifade eden bir kavram.'a dahil olmak insanları evrenimizi sorgulamaya cesaretlendirdiyse, o zaman bence bir sorun yok."

Evrenimizin sınırlılık şartları son derece özel bir şeydir. Ve, hiç bir sınırının olmamasından daha özel bir şey olabilir mi?Bu yüzden, bana göre insan çabalarının da hiç bir sınırı olamamalıdır. Bu düşüncenin beni her türden entelektüel girişime karşı saygı duymaya zorladığını itiraf etmeliyim. Bu girişimler tamamen insan olarak ortak deneyimlerimizi yansıtan ve "somut gerçek" olarak adlandırdığımız dış dünyaya dönük olabileceği gibi...

Kaynağını kendi gerçekliğimizden alarak yola çıkan ve bir takım varsayımlar üzerine kurularak farklı olasılıkları da inceleyen tamamen zihinsel alana dönük girişimler de olabilir. Bu anlamda sayın Bostrom'a her şeyden önce düşünceleri için huzurlarınızda teşekkür etmeliyim. Eğer insanlık tarihimiz boyunca elde ettiğimiz bilimsel kazanımları bir kaç kelimeyle özetlememi isteseydiniz size cevabım şu olurdu: Doğa tamamen anlaşılabilirdir. Bunun için üstün güçleri olan bir varlığa ihtiyacımızın olmadığını fark edebiliyoruz. Zaten "bilim" dediğimiz şey de tam olarak budur: içinde yaşadığımız evrenin temel işleyişini anlama çabalarımız. Varacağımız sonuç her ne olursa olsun, bu zaten kendi zaferimiz olacaktır. Buna şüphe yok.

Hangi koşullarda bir simülasyonun içinde yaşıyor veya yaşamıyor olabileceğimizi "bilmek" bile bir zaferdir. Bir Sim'in içinde yaşayıp yaşamadığınızın farkında olup olmamak değil, önemli olan bunun ne koşullarda gerçekleştiğinin "ayırdında" olabilmek ve bu anlayışa erişebilmektir. Eğer bir simülasyonun içinde yaşıyor olma olasılığım belirmişse ve ben bunun ne derecede olası olduğuna dair entelektüel bir kavrayışa sahip isem, artık gerçekten de bir simülasyonda yaşayıp yaşamadığımın pratik olarak hiç bir önemi kalmaz.

Eğer bu olasılık gelecekte bir gün bilimsel çabalarımız neticesinde tam bir açıklığa kavuşur ise, bu yine bilimin, bilimsel düşüncenin bir zaferi olarak tarihimizdeki yerini alacaktır.

Sayın Tegmark'ın sözleriyle; eğer bir bilgisayar oyununda herhangi bir karakter kuralların tamamen katı ve matematiksel göründüğünü "fark edebilmiş" ise, bu karakter o oyunun "Theory of Everything"(Her Şeyin Teorisini) çözmüş demektir. Bu da ancak saygı duyulacak bir iştir.

Sevgili meslektaşlarım ve saygıdeğer tüm katılımcılar, bu hasta adamın haftalardır yazabildikleri bunlarla sınırlı idi. Daha uzun konuşmak isterdim...

Bilimle kalın...

Hawking alkışlar eşliğinde yerine doğru hareket ederken moderatör son konuşmayı yapmak üzere Popper'ı kürsüye davet eder.

Popper, Galileo ile tekrar göz göze gelir, düşen elmayı hatırlar ve emin adımlarla kürsüye yönelir...

Bölüm-8:

Karl Raimund Popper katılımcıları selamladıktan sonra ağzından şu kelimeler dökülür:

"Bir tartışmanın veya savunmanın amacı zafer değil, ilerlemedir."

Umarım ki bugün bu tartışma kişisel olarak her birimizin zihninin gerçeklikle olan mesafesini azaltmaya yardımcı olmuştur.

Sevgili meslektaşlarım, hepsi tek tek biribirinden değerli insanlar...

Şahsım olarak bilim ve felsefeyle ilgileniyorum çünkü içinde yaşadığımız dünyanın bilmecesi ve insanın o dünya hakkındaki bilgisinin bilmecesi hakkında bir şeyler öğrenmek istiyorum.

....Ve sadece bu bilmecelere olan ilginin yeniden canlanmasının, bilimleri ve felsefeyi, uzmanın özel yeteneğine ve kişisel bilgi ve yetkisine karşı bariz bir inançtan kurtarabileceğine inanıyorum...

Büyük Socrates, bir toplumu en bilgili insanların yönetmesi gerektiğini iddia ettiğinde öğrenilenleri kastetmediğini açıkça belirtmişti: Aslında, gerek filozoflar gerekse kendi neslinin bilgili adamları olan sofistler olsun, tüm profesyonel öğrenicilerden kuşkuluydu... Onun istediği bilgelik farklı bir şeydi. Bu, yalnızca bir idrakti: Ne kadar az şey biliyorum! İşte bu, gerçek bir bilimsel ruhtur. Bugün, bu tartışmamızdan ne anladığımı anlatmama fırsat veren herkese teşekkürlerimi bir borç biliyorum.

Bilimsel bir ifade, gerçeklik hakkında konuştuğunda, yanlışlanabilir olmalıdır: Yanlışlanabilir olmadığı sürece, gerçeklik hakkında konuşmamalıdır. Dolayısıyla şundan gayet emin olabiliriz ki, burada bahsi geçen varsayım; simülasyon varsayımı, bilimsel olmaktan uzaktır.

Bir varsayımın bilimsel olmaması demek, sadece o varsayımın bilimsel olmadığı anlamına gelir. Eğer bilimsel olmayan bir varsayım cehaletimizin ormanlarında gizlenmiş saklı bir gerçekliğin söz konusu olduğu iddiasına atıf yapıyorsa, buna yalnızca dozunda bir kuşku beslememiz gerekir

Kuşkusuz bir reddin, az önce bahsettiğim "bilimin ruhu" düşüncesine uygun olmadığı kanaatimi eklemek isterim. Bu anlamda, bu metafizik eksenli fütüristik tartışmayı kesin bir biçimde "anlamsız" bulduğumu söyleyemem.

Değerli konuklar,

Büyük Galileo bize doğanın yasalarının matematik ile yazıldığını ifade etmiştir. Belki de biz bu dili matematik olarak ifade etmiş de olabiliriz. Ama önemli olan şudur ki, konuşabiliyoruz!

Ve eğer doğa ile konuşabiliyorsak, umutlarımızı canlı tutabiliriz.

Son olarak, bugün bir ara esnasında dışarıda çıktığımda bir elmayı havaya atıp tutan ve bununla eğlenen bir çocuk gördüm. Onu yere düşürdüğünde, eğlencesi yerini tatlı bir kızgınlığa bırakıyordu. O an şunu düşündüm...

"Popper, bu sıkıcı konuşmaları dinlemeyi bırak ve git çocukla eğlenmeye bak!"
Kaynak ve İleri Okuma
Etiket

Projelerimizde bize destek olmak ister misiniz?

Dilediğiniz miktarda aylık veya tek seferlik bağış yapabilirsiniz.

Destek Ol

Yorum Yap (0)

Bunlar da İlginizi Çekebilir